Saat 16.24. İşler üst üste yığılmış, akşam olmadan bitirilmesi gerekiyor. Koşturmanın tam orta yerinde telefonu çaldı. “Amerikalı” yazıyordu ekranda. Telefonu alıp kapının önüne koştu; içeride iyi çekmiyordu. Adı Sabahattin Arıkan. Ömrünü Amerika ve İtalya arasında geçirmiş, kibar, hoşgörülü, ince düşünceli, hassas, merhametli, ilgili, cömert, gayretli, yardımsever ve daha birçok muhteşem huyla bezeli bir insan.
Oturup sohbet ettiklerinde içindeki acıyı hafifleten biriydi. Onu kıramazdı tabii ki; işi gücü bırakıp dinleyecekti. Ancak Amerikalının sesi boğuktu, durgun ve acılı. Telaşlandı, hâlini sordu. “Bana iyi bir kardiyolog önerebilir misin? Göğsümde şiddetli bir ağrı var,” dedi. “İyisine kötüsüne bakmadan herhangi bir hastaneye gidin lütfen; göğüs ağrısı ciddi bir sıkıntı,” diye cevap verdi. Amerikalı, “Olsun, yine de iyi bir hekim istiyorum, zaman kaybetmeyelim,” dedi.
Onu hastaneye gitmeye ikna etmeye çalıştı. Sonra işine döndü. Akşam hemen oluverdi. İçinde bir sıkıntı vardı. Uzun uzun aradı, telefonu çaldı ama açan olmadı. “Rahatsız etmeyeyim, döner sonra,” dedi. Bekledi, aradı. Aradı, bekledi.
Kandil akşamı tekrar aradı. Üç haftadır Eyüp Sultan’a gitme planı yapıyorlardı ama bir türlü nasip olmamıştı. Kandil akşamı ne güzel olurdu. Fakat bu kez telefonda bir değişiklik vardı; ulaşılamıyordu. “Çıkıp gitmezdi Amerika’ya, veda etmeden, görüşüp haberleşmeden,” diye düşündü. İçinde yine o tuhaf sıkıntı belirdi ve tekrar tekrar aradı. Nihayet gece geç vakit telefonu çaldı. Bilmedik bir numara arıyordu. Açtı ve içindeki sıkıntı dört bir yanına ufalandı, kum kum saçıldı.
“Ben kız kardeşiyim. En son sizinle konuşmuş, sonra hastaneye gitmiş. Saat 20.30’da yoğun bakıma almışlar kalp krizinden. 2 saat sonra da vefat etti. Bilmek istersiniz diye düşündüm…”
Hadi şimdi zamana dokunalım, eyvahlarımıza bakalım. Ah, “keşke yapsaydım”larımızın azabını ölçelim. Nedir bizi tutan? Sevdiklerimize, kıymet verdiklerimize, bizi seven, bize kıymet verenlere ayıramadığımız zamana bakalım. Daha önemli ne ile uğraşıyoruz? Ertelerken neleri ölçü alıyoruz? Yarının senedi kimlerin elinde?
Ablam, babamı kaybettiğimizde öyle bir sarıldı ki bana, bir daha hiç bırakmayacak sandım. Mırıl mırıl bir şeyler söylüyordu. “Karar almıştım, Nagihan, hem de kesin karar. Annem gidince hatırlıyor musun? Ona neden daha çok sarılmadım diye içim parçalanıyordu. Kalanlara çok sarılacağım, hem de çok! Ne oldu bak, babama da yeteri kadar sarılamadık, hem de 22 yıl zaman tanındığı halde…”
Evet, zamanı yaratan ve tayin eden, puanlamayı da onu iyi kullanmamıza göre yapıyor. Namazı o kadar sıkı tutmamızı da, geceyi gündüze kovalattırmamızı da, tesbihleri bir bir söylerken hepsine ayrı ödüller koymasını da o emrediyor. Sınırlı bir ömürle ölçülemez bir varı kullanmamızı sınıyor. Akıl ve ruh, beyin ve gönül, külliyen hareket etmezse dağılıp gidiyoruz, ziyan oluyoruz.
Coşkuna yenilip hata etsen de, gaflete kapılıp tüketsen de; yaptığına bir, yapamadığına bin pişman olsan da tevbe kapısını sonuna kadar açık tutuyor. Pişmanlık ateşinde kalaylanıp gelmeni bekliyor.
O rahmeti sonsuz, mağfireti sınırsız Rabbimiz, izini bırakmadan temizliyor, temizleyeceğini vaad ediyor. Açık çekler, parlak ümitler, sımsıcak vaatlerle “Hadi dön gel, silkelen gel, temizlen gel,” diye bekliyor.
Peki ya gönül? O da o kadar rahmet ve merhamet sahibi mi?
Yanında uzanınca dokunma mesafesinde olan dost, arkadaş, yâren, kardeş, gönüldaş, ruhdaş… Allah’ın lütfu kim varsa, hayatını süsleyen, kolaylaştıran, ucundan tutup kaldırmana yardım eden, seven, sevdiren, hissettiren… Hepsine neden eşya muamelesi yapıyoruz?
Gönül bir iki yokluyor, şişeye boncuk atar gibi. Dibine düştüyse, o şıkırtıyı duyduysa tamam diyor: “Artık oradan sıçrayıp bir yere gidemez.” Al, beslen, koy kenara… Susar mı ilgiye, acıkır mı sevgiye? Hiç önemi yok. Koyup elden ayaktan uzak bir yere, devam ediyoruz hayatla dans etmeye. Müziği alıyor aklımızı, ritmi yoruyor varlığımızı, gönül şişemiz de güvende, boncuğu da içinde. Ha babam yuvarlanıp gidiyoruz hengâmenin içinde.
Belki bir sonraki gün yüzünü göremeyeceğiz. Saklayacaklar toprağın sinesine. Kur saati ondan sonra mahşere. Ne o koşturup duran zaman akıyor, ne o değişen dönüşen mevsimler oynaşıyor. Ruhunda bozbulanık bir sonbahar saltanat kurmuş; soğuğu üşütmüyor, sıcağı ısıtmıyor. Mat bir hüküm sürüyor, ömür öğütüyor.
Gel şimdi… “Neden gidip bakmadım, neden beraber bir bardak çayı yudumlamadım, neden korkup kaçtım, yüreğim titredi söyleyemedim? Neden beni bana sakladım? Senden saklandım diyemedim? Neden burada bir başıma nedenler yağmurunda zifiri oluyorum?” Bul bir cevap da pişmanlık yangının sussun artık. Olur mu? Bu kadar kolay soğur mu? Bunca ihmal, bunca umursamazlık, bunca hiçe sayma acısı bu kadar kolay silinmez ciğerden.
Arkadaşımın eşi şehit olduğunda, “Ağzımdan et kokusu geliyor, ciğerim tutuşmuş olabilir mi?” demişti. Ciğerlerin değil, her hücren tutuştu. Kömürün pırlantaya dönene kadar yanacaksın. Biz de böyle izleyeceğiz; çaresiz, faydasız, etkisiz.
Uçan balonu elinden sıyrılan çocuğun pişmanlığı gibi düşünüyoruz kayıplarımızı. Hemen teselli oluyordu o zaman yürek. Yerine daha güzel, daha eğlenceli bir şey veriliyordu, bitiyordu acı. Büyütmesine izin vermiyorlardı bizi o kaybın. Sonra gerçeklerle yüzleşince tepetaklak oluyoruz.
Yılda bir görüş hakkı olsa diye ağlıyordum, annemi çiçeklediklerinde. Sonra rüyalarda görmenin şükrüne geçti gönül. Gitmeye kurdu zamanını ve gördü ki aslında ömür çok da yavaş işliyormuş. Daha çok koş, daha çok üret, daha çok çabala, daha çok gönüle dokun, daha çok insana yetiş. Ha gayret! Belki tükenir zamanın da kavuşursun sevdiklerine. Durunca bir bakıyorsun, bir arpa boyu mesafedesin.
Hasbiyallah ve ni’mel vekil. İçine ılık ılık huzur değdiren kim varsa, kaybolup gittiğinde illa toprağın sinesi değil; Karşıyaka’ya, Kadıköy’e, diğer odaya… Senden azıcık öteye, azıcık üzgün, azıcık kırgın mesafelemişse kalk bir şeyler yap. İşte bu hâl, zamanı delirtip füze gibi uçuran hâl.
Sarmaladığın sürece gönlünde oyalanır gönüller. Yoksa solgun bir kelebek gibi sıyrılıp giderler. Ne desenlerinden iz, ne renklerinden toz kalır. Öylesi tarif edilmez bir boşluk… Orası soğuk, burası dağınık kalakalırsın sessizlikte.
Gönülde tozlanıp, sessizce solan çiçeklerimize can alıcı gözlerle bakıp ihtimam gösterelim. Ayrılık düştü mü nasibe, koruna sağanak serinlik olmaz…