Antik Çağ’ın en önemli filozofları arasında yer alan Platon’un (M.Ö. 428-427) “MAĞARA ALEGORİSİ” felsefenin, tabir-i caizse, mihenk taşlarından birisidir. “Devlet” adlı eserinin 7. kitabında karşımıza çıkan bu alegori, adından da anlaşılacağı üzere tamamen sembolik yaklaşımlardan oluşan bir yapıya sahiptir. Nitekim Platon, bunun ışığında “eğitimin” ne denli önemli olduğu gerçeğiyle bizi karşı karşıya bırakır.
Mağara alegorisine göre, doğdukları andan itibaren bir mağaranın içerisinde yaşamakta olan insanlar, birbirlerine zincirlenmiş vaziyette, başlarını sağa sola dahi çeviremeden yaşamlarını sürdürmektedir. Tam arkalarında ise yanan kocaman bir ateş vardır. Birbirlerine zincirli vaziyette duran bu insanların mağara içerisinde görmüş oldukları tek şey ise mağara duvarına yansıyan gölgelerden ve mağaranın içinde duydukları seslerden başka bir şey değildir. Burada görmüş oldukları yansımalar ve duydukları yankılar, onların tek gerçekliği ve alışkanlıklarıdır. Nihayet içlerinden birisi zincirlerini kırıp dışarı çıkmaya cesaret eder ve her adım atışında gerçeklere biraz daha yaklaşmakta olduğunu fark eder. Çünkü mağaranın dışına çıktıkça, içerde arkalarında yanan ateşin aslında güneşin ışığı olduğunu, mağara duvarına yansıyan şeylerin ise tamamen nesnelerin gölgeleri olduğunu (örneğin, bir ağacın, taşın ve çiçeğin vs.), seslerin ise doğada bulunan canlı cansız nesnelerin yankıları olduğunu (örneğin, kuşların ötüşü, denizlerin çağlayışı vs.) anlar ve büyük bir zihinsel aydınlanma yaşayarak dışarıda olan bitenin tamamen mağaranın içine yansıdığını anlamaya başlar. İlk başta dışarı çıktığında güneş ışığı elbette onu rahatsız eder ve geçici körlük yaşar. Yavaş yavaş bu duruma alışıp her şeyi hayranlıkla seyretmesi son bulduktan sonra heyecan ve şaşkınlıkla mağaranın içerisine doğru koşmaya başlar. Maksadı, dışarıda gördüğü şeyleri içerideki arkadaşlarına anlatıp onları zincirlerinden kurtulabileceklerine ve dışarı çıkmaya teşvik etmektir. İçeriye girdiğinde hâlâ birbirlerine bağlı vaziyette kıpırdamadan mağara duvarını seyreden arkadaşlarını görür. Onlara dışarıda olan bitenleri, gördüğü ve duyduğu şeyleri anlatmaya başlar ve aslında gerçek dünyanın dışarıda olduğunu, mağaranın ise tamamen nesnelerin gölgelerinden oluşan yanılsamalardan ibaret olduğunu anlatır. Fakat onları bir türlü bu söylediklerine inandırmayı başaramaz… Hatta çabaları o kadar başarısız olur ki bir süre sonra arkadaşları tarafından dışlanmaya ve deli muamelesi görmeye başlar. Bu noktada Platon için “nesneler ve idealar” olmak üzere 2 farklı âlem vardır. Asıl olan idealar âlemidir ve nesneler âlemi tamamen idealar âleminin bir yansımasıdır.
Akademia’nın da kurucusu olan Platon (M.Ö. 428-427), bu sembolik yaklaşımda aslında bize şunları özetlemiştir: mağaranın içerisinde yanmakta olan ateş, güneş ışığını; ışık, bilgiyi; karanlık, bilgisizliği; mağaranın dışına çıkan kişi, hakikati arayan filozofu; mağara, toplumu; zincir, toplumsal kuralları vs. temsil etmektedir ve bu bağlamda filozof, mağaranın dışına çıkıp daimi olarak hakikati arayan tek kişidir ve her ne olursa olsun halkı eğitmek onun yegâne görevidir. Çıkmış olduğu bu yolda eğitimin ve bilginin ışığında hakikat arayışı, onu her daim büyük bir töze kavuşturacaktır. Bilginin hikmetiyle ise varacağı sonuç, daimi olarak onu hep bir gerçekliğe yahut hakikatin derin dehlizlerine ulaştıracaktır. Unutmayalım ki insanoğlunun sahip olduğu en önemli şeylerden birisi merak duygusudur. Hayatta bazen olaylara/olgulara yahut her şeye kocaman bir “at gözlüğü” ile bakarız. Ne zaman gözlüğü çıkarma cesaretini kendimizde bulursak, o zaman hakikate de ulaşmış oluruz.