Reklam Arası

Ömer Özen 488 Görüntüleme Yorum ekle
6 Dak. Okuma

Merhaba değerli Hayrendiş okurları, inşaallah bundan sonra her ay birlikte olacağız.

Bu sene için, yayınlanmış veya yayınlanmamış kitaplarımın hikayeleri ile başlayarak farklı konulara değinmeyi düşünüyorum. Bu nedenle ilk yazımın başlığı da ilk kitabım ile aynı oldu: Reklam Arası.

Peki, “Reklam Arası” nasıl doğdu?

Öncelikle birçok kişi gibi ben de otuz beş yaşıma gelince kendimi sorgulamaya başladım. Sonuçta Cahit Sıtkı Tarancı’nın kendisi için yaptığı yanlış hesapta yolun yarısını geçiyordum. On yılı geçen bir iş hayatım, 7-8 yıllık bir gönüllülük hayatım ve birkaç yıllık bir evlilik hayatım vardı. Ve bir de kenarda yazılmış yapayalnız yüzlerce sayfa… Bir yandan hiçbir girişim yapmazken bir yandan da için için tanınmayı bekliyordum. Sanırım en olası senaryo bir bilgisayar korsanının yazdıklarımı alıp yayınladığı trajikomik hayaldi.

İlk adımı atmak için karar vermek zor olmadı ama karar vermem gereken başka konular vardı. Şiirlerimi mi, öykülerimi mi, romanlarımı mı yayınlayacaktım? Bunları kronolojik sırayla mı yayınlayacaktım, yoksa en güçlü hamlem ile “altın vuruş” mu yapmalıydım?

Öncelikle ülkede abartısız milyonlarca şair olduğu için şiirlerimden vazgeçtim. Sonrasında hangi romanı yayınlarsam yayınlayayım bir ön yargı oluşturacağımı ve aslında birbirinden farklı olan romanların önünü keseceğimi düşündüm. En mantıklısı öğrenciyken kısa bir süre çalışarak öğrendiğim gibi bir kumaş kartelası hazırlamaktı. Belki koltuk, perde veya tekstil ürünlerinin kumaş ve renklerini seçerken sizin elinize de tutuşturulan örneklerin yapıştırıldığı askılı numunelikle siz de karşılaşmışsınızdır. Ben de farklı öykülerimi alıp yan yana koyarak bir kartela hazırlayıp sunabilirdim. Böylece insanlar herhangi birini bile severse yolculuğumun devamını merak edebilirlerdi.

İşte “Reklam Arası” da bu öykülerden en karanlıklarından birisiydi – ama en karanlığı değildi. Öyküde bir çocuğun bulunduğu yaşlarda ölürse sorgusuz sualsiz cennete gireceğini duyması üzerine düşündükleri yer alıyordu. Bu arada çocuklar böyle şeyleri düşünebilirler mi derseniz; evet, düşünürler. Gönüllülük hayatımdaki tecrübelerime dayanarak bunu söyleyebilirim. Daha da önemlisi zaten temel olarak öykü yaşanmışlık üzerine başlamıştı. Yani ilk çocukluğumdan bu tür düşüncelerin aklımda dolaştığını hatırlıyorum. Evet, yazar ters köşe yaptı. Ya da hiç yapamadı. Neyse tahmin edeceğiniz üzere bu kestirme yolu tercih etmediğim için cennet, cehennem tecrübelerim ertelenmiş oldu – her ne kadar kızımın güldüğü zamanlar cennete yaklaştığımı düşünüyorsam da…

Şimdi çocukların duyduğu bir cümleden etkilenebildikleri konusunda mutabık kaldık. Peki ya büyükler? Biz doğru veya yanlış çok da sorgulamadan tek bir düşünceden etkileniyor muyuz? Bence bunu biraz düşünün.

Bir nefes alıp düşündüyseniz, kendi cevabımı veriyorum. Hem de nasıl! Neredeyse aldığımız bütün kararlarımızın altında yüzeysel bile olsa yapılan bir analizden çok sadece bir cümle yer alıyor. Yaptığımız en küçük alışverişten, kullandığımız oylara, başladığımız ve bitirdiğimiz arkadaşlık, iş ve hatta aşk ilişkilerinin altında hep bir cümle yattığına inanıyorum. Süreç tamamen bir cümlenin sizi etkilemesinden kaynaklanmıyorsa bile bardağı taşıran o son damla illa bir cümle ile oluyor. Şarkıların, şiirlerin bizi bu kadar etkilemesinin, hatta reklamcılık gibi kocaman bir sektörün olmasını başka şekilde açıklayabilir miyiz?

Şimdi tam buraya ben de bir cümle bırakıyorum, bakalım ne kadar etkileneceksiniz?

“Sesimi duyan var mı?”

Yaşı yetenler hatırlayacaktır, nasıl ki 6 Şubat 2023 depremi enkazda kızının elini bırakmayan babanın görüntüsü ile hatırlanacaksa 17 Ağustos 1999 depremi de ölüm sessizliğinde yankılanan bu haykırış ile hatırlanıyor. Konu yine depreme mi geldi derseniz, evet, oraya geldi ve orada en azından bir süre daha, uzunca bir süre daha kalması gerekiyor.

Reklamlar arasında sürüp giden hayatımıza hayatın gerçekleri 6 Şubat’ta uzun süren bir kesinti getirdi. Bu gerçekleri biz yine de bir film gibi biraz da uzaktan seyrettik. Bu filmde mağdurlar vardı, acılarını düşünürken gözlerimizi dolduran ama asla anlayamayacağımız sevdiklerini bir anda kaybedenler ve daha da kötüsü dakikalarca, saatlerce, günlerce yardım beklerken kaybedenler… Sözcükler tam burada bitiyor… Ama izlediğimiz film bir yandan da kahramanları gösterdi bize… Enkazların en derinine giren profesyonellerden, gönderdiği montun bir cebine kalın çorapları bir cebine de çikolataları koyanlara kadar… Bir kuşun kelebek canını avuçlarının içinde yaşatan çocuklardan, kendisine sunulan ikinci oyuncağın başkasına kısmet olmasını isteyen çocuklara kadar… Ben bu ülkenin bir vatandaşı olarak tek bir çakıl taşını kaldırana kadar yardımcı olan herkese duacı olmayı boynuma borç biliyorum.

Tabii bütün bu felaketten daha vahim felaketler de yaşandı. Maalesef bunları da duyduk, bunları da gördük ve gözlerimiz görmeye, kulaklarımız duymaya utandı ama yapanlar utanmadı. Bu satırları uzatmaya ellerim gitmiyor…

Ve sonra… Sonra biz yine normalleşmeyi konuşmaya başladık… Kapıdan, pencereden baktığımızda üşüdüğümüz daha sıcak şehirlerimizde normalleşmek sıfırın altındaki sıcaklıklarla arasında bir çadır bezi olanlara göre daha kolay çünkü… Arada bir, bir haber görüp ah vah demek vicdanımızı hafifletmeye yeterli çünkü… Yine siyasete, yine spora ve yine bir sürü bizi uyuşturan meselelere yetişmeliyiz çünkü…

Belki de bu yaşananlar hayatın gerçekleri değildi, sadece reklamlardı…

Ve şimdi…

En azından bizim için,

Reklam arası bitti…

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Ömer Özen
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version