Beni bende demen, ben de değilim
Bir ben vardır bende, benden içeru.
Beni benden alana ermez elim
Kim kadem basa Sultandan içeru.
(Yunus Emre)
“Ben” nedir? Ben kimim? Kendimle ilgili tüm sıfatları, iyi ya da kötü sözleri, aklımdan geçen düşünceleri alt alta yazsam “Ben” e eşit olur mu? Aklımdan geçen kötü düşünceler beni kötü biri yapar mı? Ya da toplumsal roller kendimizi tanımlamak için yeterli olur mu? Rollere kendimizi aşırı kaptırmak, bizi kendimizden uzaklaştırıyor mu?
Yazıma sorularla başlamak istedim. Çünkü küçük bir uygulama ile başlamak istiyorum. Şimdi yazıya devam etmeden önce, kendinize “Ben kimim? Nasıl biriyim?” sorularını sorun ve verdiğiniz tüm cevapları bir kâğıda yazın. Sonra da bunların hepsi beni anlatmak için yeterli mi diye kendinize sorun. Cevabınızı verdikten sonra yazıyı okumaya devam edin. 🙂 O vakit devam edelim. Tüm canlılar, özelde biz insanlar doğduğumuz günden itibaren kabuk üstüne kabuk ekleyerek kendi doğamızdan, kendimizden uzaklaşırız. Yaşadıkça şunu fark ederiz ki, yaşadığımızı düşündüğümüz hayatı yaşayan biz değil, bize biçilen rollerdir: anne, baba, öğretmen, doktor, işçi… vb roller. Biz doğmadan hazır edilen rollerin içeriği bellidir ve biz sadece rollere ait davranış kalıplarını sürdürürüz. Çevremizdeki insanlarla ilişki kurduğumuzda kendilerini rollere aşırı kaptıranlar, kendilerini hemen rolleri üzerinden tanımlarlar: ben şu şu alanında profesörüm, ben öğretmenim, o çocuğu ben yetiştirdim annesi benim… uzayıp giden cevaplar. Veya daha bilindik bir örnek: bizde akademide ünvanlar hep isimlerden önce yazılır. Çünkü bizde “ben” den ziyade rollere çok fazla önem atfedilir. Kişin kim olduğu, nasıl biri olduğu önemsizdir, çünkü roller onu çepeçevre kuşatmıştır. Toplumumuzun bize ‘bağışladığı’ aşırı değersizlik hissini, elde ettiğimiz rolleri aşırı abartarak bastırmaya çalışırız.
Toplumsal rollerin biçtiği biçimsizliğin yanında bir de şu durum var: kimi insanlar aklından geçen düşüncelerin onları tanımladığını düşünür. Yani aklından geçen bir düşüncenin sadece bir düşünce olduğunu unutup, onun gerçekliği olduğunu ısrarla dile getirirler. Fakat şunu unuturlar, gerçeklik çıplaktır ve onu düşünlerimizle başkalaştırabiliriz. Örneğin; çok öfkeli bir anınızda tartıştığınız yakınınıza vurmak düşüncesi aklınızdan geçti ve siz bu düşünceniz nedeni ile kendinizin kötü bir olduğunuzu düşünüyorsunuz. Peki aklınızdan kötü bir düşüncenin geçmesi, o ana kadar düşündüğünüz tüm iyi şeyleri ortadan kaldırır mı? Ya da birinin size merhametsiz demesi sizi gerçekten merhametsiz biri mi yapar; yoksa bu, sadece o kişinin sizinle ilgili ortaya koyduğu bir düşünce mi?
Yunus Emre’nin söylediği gibi “bir ben vardır bende, benden içeru.” Eylemde bulunurken geriye çekilip gözlemlediğinizde şunu fark edersiniz: Evet orada bir şeyler yapan biri var; seven, özleyen, koşan, oturan… Lakin tüm bunları gözlemleyen bir ben daha var. İşte o “Ben” tüm tanımlamalardan uzak, sıfatların yükünü atmış sadece işini yapıyor, yani şahitlik ediyor. Şahitlik eden Ben, yargılamaz, soru sormaz, tanımlamaz; sadece şahitlik eder. Bir anda bedeninizin dışına çıkmışsınız ve sadece izliyorsunuz. Şahitlik eden Ben, kendi rolünün dışına çıkmıyor; lakin biz onu unuttuğumuz için bize biçilen rollere, aklımızdan geçen düşüncelere kendimizi kaptırmışız ve kendi doğamızdan uzaklaşıyoruz. Bundandır hep huzursuz hissetmemiz, kendimizi ait hissedememiz. Çünkü biz, kendimiz değiliz, misafir gibi koltuğun ucuna oturmuşuz ve koltuğu incitmemenin tedirginliği ile diğer insanların bakışlarını kolluyoruz.
“BEN
|
eşit değildir
|
düşüncelerim sıfatlar toplumsal roller diğerlerinin bana ait düşünceleri” |
“Ben” olarak bizler, düşüncelerimize, yaşantılarımıza, tanık olduğumuz olaylara sadece şahitlik etmekle mükellefiz. Düşünceler, yaşantılar akar gider ve biz onlara eşlik etmeyiz. Bir hocamın dediği gibi “insan misafirliğe gittiği evden televizyonu alıp çıkmaz, nasıl geldiyse öyle gider.” Ve ben buna şunu eklemek istiyorum; Evet madden bir şeyler almayız ama orada geçirdiğimiz zamana dair tüm tanıklığımız ile misafirlikten ayrılırız. Yani şahitliğimizle. Evet bizler, ben olarak dünyaya geldik; rollerle, sıfatlarla, düşüncelerle kendimizden uzaklaştık. “Benlik” ile tanımlamalar yumağı haline geldik.
İlişkilendirmek istediğim bir bilgi ile yazıma son vereyim: Hinduizm de inanç sistemi Brahman-Atman ikiliği üzerine kurulur. Brahman külli ruh, Atman ise külli ruhun tek tek insanlarda yansımasıdır. İşte unutmamak gerekir ki, bizler birer Atman’ız ve yegâne yükümlülüğümüz külli ruhun bir parçası olduğumuzu unutmamak ve kirlerden Müberra birer ayna misali durmadan parlamak. Vesselam:)