Juliette odaya girdiğinde, “Biz biliriz de ne demek?”, diye bağırdı Hasan öfkeyle. Cennetin kapılarını açtıklarına inandırdıkları, üzerlerine kumar oynadıkları zavallı fedailerdi tartışma konuları, adamlarıyla. İnsan her şeyin ölçüsüdür, diyen Yunan felsefeci Protogoras’tan, atom ve mekânın gerçekliğinden başka bir şeyi kabul etmeyen Demokrit’ten dem vuruyordu küstahça. Demokrit’e göre ne acı, ne tatlı, ne sıcak, ne soğuk ne de renkler vardı. Tabii yine Hasan’ın ifadesiyle.Benimse en temel gerçeğimdi bu arsız ağrı. İtiraz edeceğim yerde ,sessiz kalmayı tercih edecek kadar acı çekiyordum. Apandisit ameliyatı iyi geçmişti geçmesine, ancak uyandıktan sonraki süreçte düşünmeden ve uykudan kesilmiştim. Acım biraz hafifleştiği anlarda “Fedailerin Kalesi Alamut” a sığınıyordum.
Aniden kapı açıldı. Kitabı bırakıp odaya yeni getirilen oda arkadaşımın yerine yerleştirilmesini izledim. İçeri girdikten, hemşireler onu sağımdaki yatağa yerleştirene kadar garip bir gülümseme ile bana baktı. Bu karşılaşmanın tesadüf olmadığını o ân anladım.
Bazen hayatımıza kısa bir ân, birkaç saat veya birkaç gün uğrayıp geçen insanların, kendimizi bildik bileli yakınımızda/yanımızda olmaktan başka bir işlevi olmayan, varlığıyla bize katılmayan, bir değer katmayan çoğu akraba, arkadaş ve eş dosttan uzun süren bir etki yarattığı olmuştur. Bize bir bilgi, bir davranış, bir manevi enerji ya da ihtiyacımız olan şeyi bırakıp kaybolurlar. Juliette o idi işte.
İnsan insanını bulduğunda nasıl da güzelleşiyor yaşam, nasıl da birer estet kesiliveriyoruz doğanın başına.
Juliette’e özel ilgi duyma sebeplerim arasında, annemi erken yaşlarda kaybetmiş olmanın acısı da var tabii. Bir kadın asıl anne olduktan sonra annesiyle vakit geçirebilmeli! Ben bunu yaşayamadım.
Juliette seksen iki yaşındaydı. Kısa kır saçlı ve gözlüklü hâliyle emekli bir öğretmeni andırıyordu. Kolon kanseri nedeniyle iki kez ameliyat geçirmişti. Üç gün süren arkadaşlığımızda sözlerinden çok duruşuyla bana çok şey öğretti. Anlattığına göre, 30’lu yaşlarında çok sevdiği eşini kaybetmişti. Bir kızı ve iki torunu vardı. Eşinden sonra neden evlenmediğini sorduğumda verdiği cevap beni çok etkiledi. “Eşim altın gibi bir insandı. Onun üstüne kimseyi istemedim hayatımda.” Sabahattin Ali”nin “ Bir insan bir insana yeterdi elbette” dediği iki insandan biriydi. Ne kadar şanslıymış, dedim, imrendim.
Türkiye’de yaşamış olsaydı hele ki bundan 50-60 yıl öncesi; onu çoktan yeniden evlendirmiş, başka çocuklar doğurtturmuştu toplumsal baskımız. Evine giren çıkanın aritmetik ortalaması bile alınırdı. Aç açıkta olması umurlarında olmasa da, namusunun, komşu kadınların eşleri için tehlike arz eden libidosunun sorumluluğu seve seve üstlenilirdi!
Juliette’i tanısalar, özellikle Ortadoğulu erkekler zihinlerine enjekte edilen, ecnebi kadınların, uydurma serbest yaşamlarına dair önyargılarından utanırlardı. Kaynağı belirsiz bu tür önyargıların toplumumuzdaki yeşertisi, şüphesiz ki kadının üstüne yapıştırılan namus kavramıyla ilintili. Halbuki namus, Yunanca bir kelime olan ‘nomos’tan hareketle yasa, kural anlamına geliyor. Böyle kabul edersek, paranın da bir namusu var. Hatta İslâm düşünürleri Allah’a “namus-u ekber” (büyük namus), paraya “namus-u asgar” (küçük namus) derlermiş. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Aradım yıllardır seni her yerde/ Bir türlü karşıma çıkmadın” muhteşem dizelerindeki anlamıyla namus, kadınların stigmatizasyon (damgalanma/etiketlenme) alanlarının genişlemesine en önemli sebeptir.
Konumuza dönecek olursak, Juliette’in, altın kalpli kocasından bahsederken, odayı dolduran gözlerindeki ışıltının, ona duyduğu saygı ve hayranlık dolu aşkının nasıl bu yaşa kadar taze kalabildiğini düşünmekten kendimi alamadım. Dünyada hâlâ böyle güzel insanlar kalmış mıydı? Juliette; ruhunun fırtınalarında dağıldığım, aşkının tazeliğiyle derin hayranı olduğum, insanlığının dişiliğini, dişiliğini bilgeliğinin sarmaladığı bir fâniydi. Tek evlâdı olan, alkolik kocasından şiddet gören kızına kol kanat geren Juliette. Yaşlı ve kanser olmasına rağmen yüzüne yapışmış gülümsemesi hep gözümün önündedir. Akşam yemeği sonrası çaylarımızı içerken “Sizi seviyorum” dediğimde şaşkın şaşkın, “Gerçekten mi?” dedi. “Siz iyi bir insansınız”, dediğimde mahcup bir şekilde teşekkür etti. Ertesi gün kızı ve torunları ziyaretine geldiklerinde, aralarındaki fısıldaşma sonrası dönüp tebessümle süzdüler beni ve ölçülü bir nezaketle sağlık ve esenlik dilediler. Telefon numarasını aldım, onu arayacağımı söyledim. Fakat araya başka başka telâşlar, yaşamın hayhuyu ve nekahet dönemim girince erteledim durdum. Zannımca çoktan başka bir yaşam formuna geçti ve Romeo’suna kavuştu.
İyi ki hayatımdan geçtin!