Garipçe Bir Aşk
Uğruna ciğeri yaktık da kokusunu duyan olmadı hiç.
(Bir sabahçı kahvesinde yazdığım Garipçe’nin kurgusal hikâye edilişiyle geldim. “Canım kendim” diyen o hayâli varlığa “canım sen” diyebilme cüretini gösterdim. Ve ona aşk verdim, gönül heybemde biriktirdiğim en güzel duygulardan. Onu anlatan cümleler serpiştirdim ayaklarının altına. O, benim onu yazmama bir şey demezdi ki. Belki de gülümserdi bile kimi cümlelerde. İçinden “delim” de der miydi acaba?
Hayali gerçeğe, gerçeği hayale, hepsini yaşanmamış bir hayata kattım; yaşanmışlık yaptım. (Dudaklarındaki yumuşaklığı dudaklarımda fark ettiğim o günü yazmadım sanki ama!) Hem zaten “bundan sonra yazacaklarımsa asla gerçek olmayacak” demiştim önceki yazımda. Bir daha pıt pıt etmeyecekti çünkü sevgilimin minik kalbi avucumda. Ne bileyim; birbirimize yaslanırken, öyle dalgınlıkla ağırlığımı vermekten üzerine dirseğim acıtmayacaktı herhangi bir yerini. Kalkarken sofradan gözlerim takılıp pembe bir giyilmiş şeye, içim titremeyecekti. Ya da çizmeleri su alıp ayakları üşümeyecekti o aidiyet kazandığımızı düşündüğüm gün mesela. Buğulu buğulu bakmayacaktı gözlerinden. Yaşanmış, yaşanmamış; olmayacaktı birçok şey ve hiçbir şey. Hem zaten “ama bilir o beni” diyebileceğim kimse de kalmamıştı şu hayatta. Hiç olmuş muydu ki sanki! Ama en azından sanmıştım bir zaman öyle birini. Birini sanmaksa bir şeyi sanmış olmaktan çok daha betermiş ki öğrendim. Ve yenildim işte kendim var ettiğim aşka. (Öyle değil mi aşkım ama!) Âşıklığımsa bir sanılsama olmadı asla. Tek gerçek olanın sevgim olduğunu yaşayarak anladım. Ve bir çocuk kadar yabancı olmak istedim bütün insanlara. “Dünya melanettir” diyeni andım. Ve “bana dünyanızda üç şey sevdirildi…” söyleyişince O’nun; karşısına çıkanların bu dünyada artık var olmadığını anladım. Ben bilmeyi de anlamayı da öğrenmeyi de pek sevmedim. Ölmeden öldüm ve sonra başka ya da yeni biri oldum. Yavaş yavaş alışıyorum sanki yeni kendime! “Ne haber, nasıl gidiyor?” falan diyorum. Bir de yabancı biri gibi bakmasa öyle yüzüme!
Garipçe’nin kurgusal hikâyesi derken konu nereye geldi! Hadi, garipçe sevişimiz gibi, şimdi de garipçe diyelim, garipçe söyleyelim, söylemediklerimiziyse garipçe susalım!
-Ben onu, o benim onu sevişimi seviyordu.-
Ve bir dağ evinde akşamüstü değildi vakit, bir sabahçı kahvesinde gecenin yarısıydı.
“Derelerin dumanlı dağlara meydan okuması, sükûtun heybete tenezzülü kadar garipti seni sevmek.” Demiştim. Peki, gerçekten de öyle miydi; bakalım.
Sobalı bir sabahçı kahvesinde ona “Garipçe’yi” yazdıktan yirmi yıl kadar sonra onunla aynı sobada ısınacağımızı hiç bilemezdim ki!
2001 yılı olduğunu düşünüyorum ve öyle olduğuna oldukça inanıyorum. Bir de yazacağım yazının cümlelerinde kaybolmadan önce şunu söyleyeyim; ben onunla ilgili hiçbir hatırayı israf etmedim, daha doğrusu; etmemem gerektiğini çok sonra daha iyi anladım! Evet, yıl o yıldı; Çanakkale’de yaşadığım bir zamandı ve birçok geceyi sabahçı kahvesinde geçiriyordum.
Denize bakan, kocaman sobası olan, iyi çay çıkaran; bir sabahçı kahvesinden beklenecek bütün özelliklere sahip bir sabahçı kahvesiydi. Yalnız olmadığım geceler, demogojinin sınırlarıyla oynuyorken yalnız zamanlarımda roman okuyup yazılar yazıyordum. Yazdıklarımla okuduğum kitaplar arasında uçurumlar olsa da şimdiki kadar uçurumun kenarında görmüyordum kendimi ve “Hızır gelmeyecekse Azrail gelsin” gibi laflar etmiyordum henüz. Gazeteci eskisi İngiliz Yazar Frederick Forsayth’ın romanları başta olmak üzere, Mario Puzo, Henry Charriere romanlarını Sahaf Metin Abi’nin sahaf dükkânından buluyor, en eski baskıları kovalıyordum. Tabii Metin Abi’yle zamanla şekillenen yakınlığımızı tahmin edersiniz. (Bizim romanı okuyanlar, iyi kötü tanırlar Kitapçı Metin’i!) Bir de o zamanlar Stephen King okumaya hevesleniyor, bir türlü o alana geçiş yapamıyordum. Okuma işleri öyleyken yazma işinde mensureye dadanmıştım o dönem. Hikâye yazmayı noktalamış, heceyle şiire ise ne kadar süreceği belirsiz bir ara vermiştim. Takip ettiğim aylık bir dergide Ayşenur Refik adında bir yazar, şahane mensureler ortaya koyuyordu. Hiç unutmam, bir tanesinin başlığı “Mecnun Değilsen Sus”tu. Daha sonra, Faruk Gürbüz’ün “Suskun Deniz”i ile karşılaştım. Bir de İskender Pala’nın gazetedeki köşe yazılarını takipteydim. Mensure kokan bir âleme dalmıştım ve buna gönül ikliminin şekillendirdiği alt yapıyla çokça müsaittim. İskender Pala demişken; romancılığı çok tutmuş olsa da ben tutmadım! Bence iyi bir deneme yazarı fakat zorlama bir romancı kendisi. İki romanını okuduktan sonra tıpkı Elif Şafak’ta olduğu gibi üçüncü romanına elim gitmedi. Neyse, öylelikle başlamıştım mensure yazmaya.
Şimdi yazımızı çok bilgiye boğmadan mevzuya gelelim ama mevzumuz bir hayli derin. Derinliklerine fazla dalmadan, yüzeysel bir geçiş yapalım bu yazımızla.
Hikâyelerin gerçek, sözlerin yalan olmadığı, insanın insanı sevgiyle kandırmadığı zamanlarımdı. Onu görmeyeli dört yıl geçmişti. Bakmayın siz, dört yılın çok gibi durduğuna! Görünür olmak için dört yılın üzerine kaç dört yıl bindirdi o. Sevilmek içinse ama hep müsait oldu, buğulu bakan gözlerinin kalbimde bıraktığı sevgiyle ve o sevginin ardından gitmeye mecbur eden aşk kırıntılarıyla. Söylemiştim bir de ben size, ilk gördüğüm anda bir olta kancası gibi kalbime saplandığını. Keşke hiç görmeseydim demedim ama hiç, çektirdiği onca cevr ü cefaya rağmen.
Üniversite sınavında aynı puanı alıp Biga Köprüsü’ndeki puan listesine isimlerimiz yan yana yazıldığından beri köprünün altından çok sular aktı ve bir daha isimlerimiz yan yana gelmedi. Ama yıllar sonra yan yana gelip onun yaptığı kahveyi içeceğimizi, hatta yan yana fotoğrafımız olacağını söyleselerdi sadece şapşalca bir bakış sergilemekle kalır mıydım, hiç sanmıyorum!
Dönelim biz şimdi sabahçı kahvesine. (Gerçi duygularımı orada unuttuğumdan beri oralardan çıkamadım hiç!) Birkaç mensure kaleme aldıktan sonra birer gece arayla “Garipçe” ve “Hicran Yarası” geldi. Ben ona olan garipçe duygularımı cümleye dökerken; o rüyalar âleminde miydi yoksa yeni aşklar hevesinde miydi bilmiyorum tabii! Ama o büyünce beni rüyalarında görecek, hem üstelik de bana anlatacaktı ikimizin başrolde olduğu ve başka hiçbir karakterin yer almadığı o rüyaları. Sadece ikimiz arasında bilinen çılgın bir zaman içinse “rüya mıydı” diyecekti. Ama ben onun için çok daha çılgın rüyalar biriktirmiştim yıllar içinde. Hem üstelik birlikte görecektik gece gündüz fark etmeksizin rüyaların en güzellerini. Bilmiyordu ki benim nasılca bir manyak olduğumu! Ama bir şeyler hissetmişti kesin, bunu bana bazen “delim” demesinden anlamış gibi oluyordum. Bir de öğrenebilseydi benim nasıl bir aşk canavarı olduğumu! Ama öğrenemedi. Ben de az rüya görmüyordum yani kendi gecelerimde! Neyse ama sadece ikimiz arasında olacak şeyler hiç bitmeyecekti düşlerimizde.
Garipçe’nin yazılışı en fazla on dakika sürmüş olsa da duygusu otuz yıla yetmişti! Yazıyı o bahsini ettiğim dergiye gönderdim ama neden gönderdim bilmiyorum. Garipçe, ayın yazısı seçilerek yayınladı dergide. Uzun olmayan bir vakit sonra, vaktiyle kasetlerini dinlediğim ve bazı eserlerini çok sevdiğim Osman Öztunç, Garipçe diye bir şarkı yaptı. Yıllar sonra geçekleşen bir sohbetimizde ise “o dergideki Garipçe’nin yazarı sen miydin” diyecekti bana. Ben de ona “sen ne kadar “Üsküdar”ın, “Züleyha’da Kalmıştım”ın bestekârıysan ben de o kadar Garipçe’nin yazarıyım” diyecektim. (Şimdi bu konuya devam edersek, mevzusu şehit edilen rahmetli Muhsin Başkan’a kadar gider. Allah gani gani rahmet eylesin nöbeti hiç bırakmayan o güzel adama.)
Bak ama şimdi neler hatırlandı Garipçe’yi yazdıranla ilgili şu yorgun muhayyilemde. Bizim Biga’daki liseli zamanlarımızda futbol müsabakalarının yapıldığı bahar kupası düzenlenir, acayip de ilgi görürdü. Çekirdekçiler, yeşil erik satanlar, tezgahından kokoreç dumanları savuranlar, sokak lahmacuncuları etrafımızda kol gezerdi. Üniversite öğrencilerinden kurulma Ülkü Spor’un maçı vardı. Nasıl olduysa rastlaştık şiirlere konu olacak o acayip güzel kişiyle ve birlikte maç izlerken bulduk kendimizi. Gündüzleri merhabalık, akşamları ev telefonundan konuşmalık bir yakınlık vardı aramızda iyi kötü! Bizimki (hemen sahiplenirim, fırsatı hiç kaçırmam), küçük poşetlerde satılan eriklerden almış. Maça bakarken bir ara parmakları dudaklarıma değdi! O an anladım ki ağzıma erik tıkıyor. Bütün erikleri bana tek tek yedirdi. Tamam, biraz ekşiydiler ama parmakları işte başka bir şeydi! Maçı bizim takımın kazanmasının ardından okula kadar yarış yapmıştık nedense! Hayat tuhaflıklarla doluya hani, o maçtan bir iki yıl sonra, Ülkü Spor’da oynayan o futbolcularla birlikte sohbet edip sabahladığımız zamanlar olacaktı. Daha sonra tanışacağımız başka türlü biri olan Ozan Çağrı Özmen’se, Nusaybin’de gerçekleştirilen terör saldırısında şehit edilecekti. Dünya değiştirmesinin ardından; Google, onun gerçek hikayesini yazacak kadar bilgiye hiçbir zaman sahip olamayacaktı! (Ruhun şad olsun dostum.)
İşte o bahar kupası maçından beş yıl sonra; o ekşi ama dünyanın en lezzetli eriklerini elinden yediğim buğulu bakışlı şey, bana Garipçe’yi yazdıracaktı. “Sıpa” olmak da bunu gerektirirdi şimdi, öyle değil mi ama!
Bir de “sabahçı kahvesi” demişken sevdiği Ferdi Tayfur şarkısının “Bana Sor” olduğunu söylemişti. Uykusuz gecelerin sabahını, ayrılığı, yalnızlığı bana bırakmıştı. Ben onsuzluk pazarında bedavaya giderken, akıllı telefon çağında bana bir şarkı linki gönderdi.
“Gözler şelale olmuş,
Akar akar durulmaz.
Bi insan bi yürekten,
İki defa vurulmaz.” diyordu. Vuran kimdi, vurulan kimdi de şarkıyı gönderen oydu? Ama neyse, sen yine de “koy başını omuzuma.” Erir benim buzdan dağlarım, her gün beni vursan da.
Boş verelim sevdanın acayip garip oyunlarını da Garipçe’yle veda değil, merhaba diyelim eskimeyen o eski aşka:
GARİPÇE
Gözlerime değdi diye gözlerin garipliğe aday oldum.
Ve ilk kez gözlerinde vuruldum.
Bir şiiri yarım bıraktıracak kadar güzel oluşunu gördüm gözlerinde.
Ve ben yalnız seni sevdim garip bir şekilde.
Sonra garip tezatlara şahit oldum, garip belâlara…
Geceler şahit kılındı garip hallerime.
Garip sözler dolandı dilime.
Gariplik hırkasını giymek gibi bir şeydi seni sevmek ve öylece kalakalmaktı.
Beş duyguya isyandı belki de
Altı yönü tanımamaktı.
Bir saman çöpü olmaktı.
Garip bir isyanın çıkış noktasıydı.
Baştan aşağı garipti, garipçeydi.
Muhayyilende hep garipliklerin canlanmasıydı.
Adamın adının garip olmasıydı.
Garip bir bahar mevsiminde
Goncagüllerin solmasıydı.
Her şeyin bir başka olmasıydı.
Belki ölüm kadar garipti,
Yeniden doğmaktı garip bir şekilde.
Garip bir cesaretti.
Derelerin dumanlı dağlara meydan okuması,
Sükutun heybete tenezzülü kadar garipti seni sevmek.
Çöllerin suya açlığıydı.
Sonbaharda gazellerin yele teslimiyetiydi.
Garip bir teslim oluştu.
İçinden yalnız gariplerin geçtiği,
Esaretten kurtuluş kapısıydı.
Ve garip bir inattı,
Yok olup gitmeye güçlü olan her şeye karşı.
İnanmanın üstünlüğüydü.
Yalanların doğruya hasretiydi belki de.
Ve -muhakkak- gerçeğin ta kendisiydi.
Garip bir hakikatti.
Seni sevmek işte öyle garip bir şeydi
Ve tepeden tırnağa garipçeydi.
Muhteşem bir akış ,yine harikaa bir yazı çıkarmışsınız,sevgili Garipçenin yazarı, başarılar daim olsun sizi ekranlarda görmek lazım ,dili uslubu harfleri güzel kullanmakda olan nadir ve yüksek ölçekli bir değersiniz sevgilerimle
Teşekkür ederim. Dünya sahnesi kocaman bir ekran zaten. Yazılarımın hak ettiği değeri artarak görmeye devam etmesi, benim için bu sahnede olmanın hakkını vermek demek. Sevgiler…