“İnsan vücudu en fazla 45 del (acı birimi) acıya dayanabilir. Fakat doğum yaparken, kadınlar 57 del kadar acı çekerler. Bu, aynı anda 20 kemiğin kırılmasına eşdeğerdir. Annenizi sevin, çünkü o Dünya’daki en güçlü insan ve bizim en güçlü destekçimiz!”
Yukardaki bilgilendirme metnini bir dönem her yerde görürdük. O kadar çok maruz kalmıştık ki okulda gördüğümüz derslerden bile daha fazla aklımızda yer etmişti. Zaten kutsallığına inanıp ayaklarının altından öptüğümüz annelerimizi, bir de bu açıdan yüceltmiştik. Fakat araştırmalar gösteriyor ki bazı gerçekler bu bilgiyle uyuşmuyor.
Bizzat doğru sandığım bu bilgiyi kullanarak bir yazı hazırlamaya girişmişken denk geldiklerimi sizlerle de paylaşmak istiyorum. Öncelikli olarak “del” diye bir acı ölçen birim yer almadığını söylemek zorundayım. 1940 yılında geliştirilen “dolorimetre” diye bir birimden söz edilse de 1’den 10’a kadar birim skalası var ve yaygın olarak bile kullanılmıyor. Yani 45-57 del acıdan söz etmek bu açıdan bile imkânsız.
İkinci olarak, kadınların bu süreçte çektikleri acı artsa da salgılanan hormonları, beyinde adeta uyuşturucu etki yaparak, daha az hissetmelerine yardımcı oluyormuş. Dahası, 20 tane kemiğin nasıl bir acı verdiğinin ölçülmesinin ve kıyaslanmanın zorluğundan bahsediliyor. 1 kemik 1 birim acı verirken, bu sayı 2,3… diye devam edemez diye de ekliyor uzmanlar.
Hepimizin rahatlıkla anlayabileceği bu bilimsel veriler birçok üniversite ve uzmanlar tarafından yıllar içinde yaptıkları araştırmalardan geliyor. Ayrıca bu acının kişiden kişiye değiştiği ve bu yüzden kıyasının imkânsız olduğunu da ayrıca dile getiriyorlar.
Bu tarz doğru olmayan bilgilere baktığımız zaman nedenini araştırmanın basit bir yöntemi vardır. Bu haber neyi tetikliyor ve kimlere yarıyor?
Haberimizi suya atılan bir taş olarak resimlersek, etrafında oluşan ilk dalga artan sezaryen sayılarıdır diyebiliriz. 1993 yılında %8 iken, 2011 yılında bu değer %46’ya ulaşmış. Günümüz değerinin de ortalama olarak %57,55 olduğunu üzülerek görüyoruz. Bu rakamların içinde yer alan işlemlerden kaçının ihtiyaca binaen yapıldığı muallak. Ben bir sağlıkçı olmayabilirim ama korku pompalanarak gerçekleştirilen bir sezaryenin, anne ve çocuğu ilahi sistemin dışına çıkartmak olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yine uzmanlar tarafından sezaryenin olumsuz etkilerine yönelik çok fazla çalışma varken, bu uygulama kimlere fayda sağlıyor da demeliyiz. Elbette bizler hüküm verici değiliz ama bazı gerçeklerin su yüzüne çıkabilmesi adına sorular sormakla yükümlüyüz. Böylece yetkililerin ve konuda uzman olanların sorumlulukları gereği dikkatlerini çekip, gereğinin yapılmasına katkıda bulunabilelim.
Bir diğer dalga da kadını daha dayanıklı ve bu açıdan daha üstün olduğunu savunmanın psikolojik etkileri. Özellikle son yıllarda feminizmi destekleyen ve parlatan eylem ve haberlere daha çok maruz bırakılmaktayız. Bu haberleri olumlu ve olumsuz diye ikiye ayırmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Kadını yücelten ve öven haberler, olumlu kanadı oluştururken; kadın cinayetleri gibi kadına karşı yapılan haksız muamele ve baskıların artması, ayrıca erkeklere yönelik genel eleştirel haberler de olumsuz kanadı oluşturuyor. Sonuç olarak sürekli bir kutuplaşma ve ayrışma iki cins arasında artarak devam ediyor. El altından iki tarafın da sırtı sıvazlanırken, iki yanlış bir doğru edemiyor.
Toplumun bütün fertleri olarak elbette her türlü bilimsel ve sosyal gelişmeyi destekliyoruz. Normal sürecinde yapılan her bir buluşun toplum yararına olması gerektiğini de savunuyoruz. Öte yandan, sürekli aile yapısına saldıran ve toplumları bu noktadan güçsüz bırakıp, sonra da yönetmeyi düşünenler hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmıyorlar. Dağılan ailelerdeki bireyler, doğası gereği duygusal boşluğa daha kolay düşebiliyorlar. O noktada da arayışa giren her insan, en olmadık dini ve düşünce sistemlerine savrulabiliyor.
Çok masum ve belki de ezildiği düşünülen kadını yüceltme kaygısıyla diyebileceğiniz bu bilgiyi merkeze aldığımızda aslında çok büyük bir çemberin ortasında olduğunu görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bizim en büyük hatamız, karşımıza çıkan her türlü yanlışı küçümsemekten kaynaklanıyor. Özellikle planlı olarak toplumlara saldıran sistematik gruplar da bunu çok iyi biliyor. Hatta, bizleri kendimizden bile daha iyi tanıyorlar.
Bu tarz bir hataya denk gelip “aman dikkat” dediğimiz zaman da bizler, komplocu ve abartan karşı gruba dönüşüyoruz. Çünkü düşünmek rahatlarını kaçırıyor, vicdanlarını rahatsız ediyor; dikkatleri, adeta hipnoz olmuş gibi sahte gündemlerin peşinde.
Neredeyse her gün bilinmedik bir hastalık, yeni bir çatışma, şiddet ve karamsar nice haberle karşı karşıya kalıyoruz. Sürekli moral olarak aşağı çekilen toplumların, daha dik durabilmek adına; frekansı tutturmak, evrenle konuşmak, dinginleşmeyi yogada bulmak gibi imanı kaydıran sistemleri hayatlarına aldıklarını görüyoruz. Aynı zamanda her şeyin en iyisine sahip olmaları gerektiğine inanan ve her an mutluluğu yakalamanın derdine düşen zihinlerin bitmeyen bir mücadelesine de tanık oluyoruz.
Sonuç olarak, özellikle yapay zekanın da dahil olduğu bu bilgi devşiren evrenden, her gelene çok dikkat etmeliyiz. Bizler kulluk sınavını vermek ve süreç içinde görev icabı içine doğduğumuz dünyayı imar etmekle görevliyiz. Ancak güç sahiplerinin önemli bir kısmı kendi isteklerini elde edebilmek için her yolu mubah görüyor. Bizler de daha bilinçli olarak enerjimizi ve zamanımızı kendimize doğru yollar açmaya harcamalıyız. Yoksa uzaktan kumandalı oyuncaklardan bir farkımız kalmayacak.