Sana mı Aittim Ben?

Ceylin Karakaya 453 Görüntüleme Yorum ekle
4 Dak. Okuma

Adımlarını sıklaştırarak ilerlemeye devam etti. Durdu ve etrafına bakındı. İşte, önünde koca bir nehir gürül gürül akıyordu. Birden bütün cüssesiyle kendini nehrin hız kesmeden akan o buz gibi sularına atmayı düşündü. Acaba kendisi bu nehre mi aitti? O bakanı ansızın donduran, buz kesen bakışlarını bu soğuk sulardan mı almıştı yoksa? Bilemedi… Atlasa mıydı? Yok yok, delilik olurdu artık bu. Akıllı mıydı ki zaten? Bütün bir insanoğlu hepten akıllı olabilir miydi? Deli olmak ne de masum bir suçtu! Düşündü, düşündü… Düşündükçe batmaktaydı. Kendini, ayakucunda akmakta olan serin akarsuyun denizlere göre ufacık, birikintilere göre devasa kütledeki suyunun akışına bıraktığını, ardından o suların içinde bir oraya bir buraya çarpa çarpa sürüklenerek aktığını tahayyül etti. Suyun şiddetinden gözünü kapadığında dirsekleri ara sıra ufak bir kayaya çarpıyor, ayaklarına yemyeşil yosunlar tutunuyordu. Oldu olası sevmemişti zaten şu saydam, yeşil canlıları! Suyun içinde yaşayan siyah siyah böceklerin gövdesine yapışıyor olması da işin cabasıydı. Gözlerini açtı, kendine geldi. Yok yok, bu böyle olmayacaktı. Bu korkunç nehre ait olması olanaksızdı. Kendi varlığının, var oluşunun kaynağını ufak bir su kütlesinde mi arıyordu yani? Bu yaptığına kendi de güldü.

Nehrin başından ayrılıp yürümeye devam etti. Gördüğü her canlı varlığa, “Sana mı aitim ben?” diye soruyordu. İnsanın kendini hiçbir yere ait hissetmemesi ne de acı bir durum. Zaten bir insanı öldürse öldürse aidiyetsizlik öldürür, diğer pek çok duygu atıştırmalık hükmündedir. Gün içinde açlıktan ölmemek için öylesine bir iki tane çerez atarsınız ağzınıza işte. Bu yaşamın gerekliklerindendir. Ancak aidiyetsizlik bir başkadır…

Savurucudur, kendini bir yere ait hissetmeyen insan salkınlarda oradan oraya uçuşup duran bir buğday tanesine benzer. Yaşamda hep bir yerlerde bulunur ama aslında hiçbir yerde bulunmuyormuş da, boşlukta düşme halindeymiş gibi hisseder ve ömrünü bu hissiyatla çürütür durur.

Doğurgandır, aidiyetsizlik hissini yaşayan hiçbir insan ait olduğu yeri bulmadan tam anlamıyla mutlu olamaz. Sürekli yeni sorunlar doğurur, hiç ortada olmayan olumsuzlukları gün yüzüne çıkarır aidiyetsizlik. Kimine göre kendisi Yaratıcısına aitken, kimine göre insan bir toprak altı tohumuna aittir. Duygular değişkendir, aidiyet de.

Parçalayıcıdır, insanın bir kolunu Fizan’da, bir kolunu Arnavut’da bırakmasına neden olur. Hiçbir yere ait hissetmeyen insan biraz da her yere aitmiş gibi hissettiğinden, aynı anda her yerde bulunabilmek isteyebilir. Esas bu duygu insanı parçalar.

O da artık savrulmaktan, parçalanmaktan ve yaşamında sürekli yeni yeni sorunların doğmasından mütevellit boynunu bükmüş, diyar diyar, dağ dağ, tepe tepe ilerleyerek ait olduğu yeri arıyordu. Bulur muydu, bilmiyordu. Aslında işin köküne baktığımızda, gerçekten bu dünyada kendisinin de ait olduğu bir yer var mıydı, ondan bile tamamen emin değildi ya, neyse! Şu koskoca dünyaya sekiz milyar insan cüssesi sığmıştı da bir kendininki fazla gelmişti sanki. Şu dünyada bir ona mı yer yoktu? Dağlara taşlara kol kanat geren evren, bir tek onu dışlıyor gibiydi.

Bir çiçeğe sordu kendini. Çimlerde sürüdü ayaklarını, dizleri toprakla buluştu. Bütün bir vücuduyla tabiatla hemhal oldu. Bir arı kovanına denk geldi sonra. Ağacın içinde öylece sarkık duruyordu. Kovana ulaşmayı denedi, başaramadı. Çok yukarıdaydı, dokunamıyordu! Oysa tek istediği arılara yaklaşıp, “Size mi aitim ben?” diye sormaktı. Vazgeçti sonra. Uzaklarda bir yerde gözüne kestirdiği al gelinciklere doğru yola koyulmaya karar verdi.

O, yolları ait olduğu yerin hasretiyle tutuşarak tepedursun. Zaman bir akarsu misali gürül gürül, çabuk çabuk akmaya, akıp da yaratılmışların yüreklerini kanatmaya devam ediyordu.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version