Şimdi başlığı okuduğunuza bugünkü yazımın konusunun üniversite giriş sınavında sorulan bir Din dersi sorusu olduğunu düşünmüş olabilirsiniz. Ama baştan belirtmeliyim konumuz elbette ki yine bilim kurgu edebiyatı üzerinedir.
Bu satırları yazarken büyük bir pişmanlığımı da dile getirmek istiyorum aslında… Başlıkta geçen “Cennetin Atları” en az ayda bir yaptığım sahaf gezintilerim sırasın da tesadüfen bulduğum ve maalesef geçen yıl kaybettiğimiz hem şehrim Orhan Seyfi Şirin beyin basılan ilk Türk Bilim Kurgu romanının adıdır. (Bu arada bilmeyenler için Eskişehirli olduğumu da belirtmek isterim…)
Yapmış olduğum bu keşif beni çok mutlu etti ama bir yandan da bazı acı verici gerçeklerle yüzleşmeme neden oldu. Mutlu oldum çünkü ülkemizde neredeyse 25 yıl önce yazdıkları ile bilim kurgu edebiyatı için ter döken onlarca güzel insandan biri olan Orhan Seyfi Şirin beyi öğrenmiştim. Ve ne yazık ki iyi bir bilim kurgu meraklısı olmama rağmen bu emektarı, ancak 25 yıl sonra ve tesadüfen öğrendiğim içinde çok üzüldüm.
Biraz evvel yazdığım yüzleşmemde tam bu noktada gerçekleşti. Türk bilim kurgu edebiyatının geldiği son noktayı göz önüne aldığımızda bunca yazılı esere rağmen hala özellikle edebiyat dünyası içinde yeteri kadar saygı görmediğini üzülerek belirtmek istiyorum.
Evet bilim kurgu diğer edebi konular ele alındığında hala çok yeni bir tür. Özellikle genel okuyucu kitlesinin klasik edebiyata olan düşkünlüğü ister istemez bilim kurgu edebiyatının bu türlerle kıyaslanması sonucunu ortaya çıkarmakta. Genel olarak klasik edebiyat okuyucuları alıştıkları yazım tarzı ve anlatım düzenine sıkı sıkıya bağlı kalma zorunluluğu hissediyor gibiler. Bu yaklaşım tarzına elbette ki çok büyük bir saygı duyuyorum. Peki bu bağlılık nereden geliyor? Neden bu okuyucular yeni oluşumlara soğuk duruyor?
Temelleri 19. yüzyıl ortalarında atılmaya başlanan ve ancak 70’li yıllarda tüm Dünyaca klasikleşebilen eserlerin üretildiği bu edebiyat türüne yeteri kadar şans tanınmamasının sebebinin ülkedeki okur sayısının azlığı ile açıklamak çok basit bir yol. Ama bence bunun altında yatan esas sebep çok daha farklı…
Bilim kurgu yapısı gereği şimdilerin üniversite giriş aşamasında ağızlarından düşürmediği o meşhur ayrımlardan ne “SAYISAL” ne de “SÖZEL” bir içeriğe sahip değildir.
Özellikle ülkemizde genel olarak edebiyat ile ilgilenen insanların büyük bir çoğunluğu yine tabirimi hoş görün “SÖZELCİ” diye ayrılan ve bu yafta ile konusu ile ilgili okullarda eğitim gören insanlardan oluşmaktadır. Yine belirtmek istiyorum bu sadece benim fikrim.
Daha ilk okuldan itibaren gençleri “SAYISALCI” ya da “SÖZELCİ” diyerek yaftalayan bir eğitim sistemimiz var. Bunun sonucu olarak gençler aslında tamamen yanlış olmasına rağmen bir taraftaki yeteneklerini geliştirmek için uğraşırken diğer kısmında var olan diğer özelliklerini tamamen göz ardı ederek yok olmasına sebep oluyorlar. Şu an üniversiteye hazırlanmakta olan bir çocuğa ya da yakına sahip olanlarınız ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır.
Yıllardır uygulanan bu sistemin bir sonucu olarak sözelci olduğunu düşünen gençlerin, üzülerek söylüyorum; artık dört işlemi bile yapamaz hale geldiği, sayısalcı olduğunu düşünenlerin ise yazmak, okumak ya da herhangi bir sanatsal faaliyet içine girmekten uzaklaştıklarını gözlemliyorum.
Aslında hiç kimsenin aklına bile gelmeyen bir sınıf daha var. Ben onlara “ANALİSTLER” diyorum. İşte bu tip insanlar iyi birer bilim kurgu okuyucusu oluyorlar. Analistler, klasik edebiyat okuyanların aksine kelimeler ya da dil bilgisi kurallarının doğruluğundan çok anlatılmak istenen hikayelerin kurgusuna ve inandırıcılığına odaklanmaktalar. İşi eğlenceli yapanda bu değil mi zaten?
Okullarımızın ve eğitmenlerimizin sadece iki kısım üzerine ısrar etmeleri yüzünden bu bahsettiğim tip bireyler, yaşamları boyunca sadece gerek aile gerekse kendi gayret ve imkanları ile gelişim göstermekteler ve bu yüzden de ülke geneline bakınca maalesef sayıca çok azlar.
Kitap okumak ya da yazmak sadece bir kesimin yeteneği değildir. Kişisel gelişimi sonucu kendiliğinden oluşan bir süreçtir. Her edebi eser kendi türü içinde incelenmelidir. Tek bir kalıba tabi tutmak sadece gelişimi engeller.
Size en başta bahsettiğim Orhan Seyfi Şirin gibi üstatların kaldırdığı bayrağı şimdi bizler taşımaya gayret ediyoruz. Ancak toplumda yaratılan bu saçma sapan sınıflandırmaya acilen bir son verilmezse bizlerin büyük emeklerle ürettiği eserlerde bilim kurgu tarihinin tozlu raflarında yerlerini alacak ve belki bir gün tesadüfen birinin eline geçtiğinde onun da benim gibi yaşadığı dünyayı sorgulamasına neden olacaktır.
Son bir soru: Siz hangi sınıfa aitsiniz? 🙂
Murat Tepeler kardeşim. Yazın gerçekten güzel. Tespitlerinin doğruluğundan da şüphen olmasın. Eklemek istediğim ise günümüz eğitim sisteminde sayisalci ya da sozelci ayirmaksizin onları araştırma ve irdelemeye yöneltecek bir düzenlemenin olmaması. Tamamen ezbere dayalı bugün bil yarın hatirlamasanda olur mantigidir. Kitap okumanın önemi tam olarak burada devreye giriyor. Emeklerin için teşekkür ediyorum.