Günlerimi bulutların üzerinden seyretme ve gündüzlerimi gece yaşama sevdasından vazgeçmediğim her gün, aşağıdan da yukarıdan da baktığımda çok ama çok yukarılarda bir yerlerde, gözlerimin ta içine utanma duygusundan yoksun ve yoksul olarak bakan, küçük, dilenci bir kız çocuğuna vermediğim zamanı anımsarım belirli belirsiz.
Bizim zamanımız var değil mi?
O yalnız kaldığımızda pamuksu hal ve hayallere sarmalayıp, olmayacak sevdaları düşleyerek heba ettiğimiz, olmadık muhabbetlere (sırf muhabbet olsun diye) harcadığımız, kahkaha atmak için, birileri kahrolsun diye tuttuğumuz, tutunduğumuz, başkalarına ait olabileceğini hiç düşünmediğimiz, maviliklerde seyr-ü sefa uğruna harcadığımız nefesimizi almak için yitirdiğimiz zamanımız…
Küçük ellerini her açısında, her “Allah Rızası için” deyişinde gizliden gizliye ve büyük bir tutkuyla paramızı değil zamanımızı istiyor.
Bize bir şeyler anlatmak için harcadığı, ona ait olduğu halde bizden ödünç aldığı ve ödünç verdik edasıyla payladığımız, paylarken dahi onun cebinden harcadığımız zamanı istiyor!
Elleri açık, ayakları çıplak, gözleri ağlamaklı yalancılar-dolandırıcılar yüzünden hali inandırıcı gelmeyen küçük dilenci kız çocuğu yüzümüze bağırıyor:
“Sevdiğinizin başı için biraz zaman, ya da sizin deyiminizle para… Çok açım!”
Sonra gün gidiyor, her gün, gün doğumlarına bağladığı umudu da gidiyor. Yeni bir gün doğumunda doğmak için kız da gidiyor. Biz gitmezsek; ne gün ne de umudu gidecek belki. Bizi sözleriyle vurmak istiyor, yankı yapıyoruz yüzüne kızın, kendi sesiyle vuruluyor!
Birileri hor görmüş belli, bundandır çekiniyor istemeye, bizde bildiği kendine ait şeyleri. Birilerinin girdabında soluksuz bırakılmış.
Herkes değil elbet, elbet biz değil, birileri, bilmediğimiz birileri bu kızı bu hale getirmiştir!
Öyle ya biz masumuz!
Birileri olmazsa dilekçelere değil sanata emek harcanacak, birileri olmazsa mahkeme değil müzeler uğrak yerimiz olacaktı. Ama ne çare, biz değil birileri bu güzellikleri kirletiyor, birileri bizi anlamıyor! Biz de birilerini anlamama yoluna gidiyoruz böylece.
Günlerimi toprağın altından seyretme ve gecelerimi gündüz yasama sevdasından vazgeçmek istediğim her gün, aşağıdan da yukarıdan da baktığımda çok ama çok yukarılarda bir yerlerde, gözlerimin ta içine utanma duygusundan yoksun ve yoksul olarak bakan küçük dilenci bir kız çocuğuna vermediğim gözlerimi anımsarım belirli belirsiz…
Bizim gözlerimiz de var değil mi?
Gözleriyle değil ama yoksunluğuyla bakardı gözlerimizin içine, gözlerimizi almak istercesine bakardı. Belli ki hiç gözleri olmamış.
O sadece gözlerimizi istiyor görmüyor musunuz ey gözleri olup da görmeyenler! Cesaret alın da görmeyi arzulayan gözsüz ve sizce görgüsüz bir kızdan, gözlerinizi önünüze koyun!
Sabahlar kuş sütü eksik soframızdaki nimetleri gören, bindiğimiz arabalar, giydiğimiz ayakkabılar kıyamadığımız ve sırf bu nedenle takmadığımız, takıntı yaptığımız takılar gören; yazın kar, kışın kumsal ve güneş macerası gören ve bu nedenle harcadığımız paramızın tek müşahidi olan gözlerimizi, sadece gözlerimizi istiyor o kız.
Belli ki hep sahiplendiğimiz ama hiçbir zaman sahip olamadığımız zamanımız gibi gözlerimizi de ondan esirgeyeceğiz.
Bize lazım değil, bunu biz de biliyoruz, çünkü biz başka bakıyoruz! Biz bakıyoruz sadece ama verelim gözlerimizi o kıza, bakalım, ama görerek bakalım. Bakalım bizim gözlerimizle neler neler görecek bizi nasıl korkutacak, umutlandıracak…
“Bakmak bizim olduğu kadar onun da görmek üzerine temellenmiş en büyük hakkı, biz yine bakalım ama bırakalım o da biraz görsün.”
Ama yine biliyorum ve yineliyorum vermeyeceğiz neden taşıdığımızı dahi bilmediğimiz gözlerimizi. Sevdiğimizi zannettiğimiz, diğer sevdiğimizi zannettiğimiz ama sevmeyi bilmediğimiz için hiçbir zaman sevemediğimiz ve yitirmeyi sadece yok diye niteleyebildiğimiz için vermeyeceğiz.
Belki daha fazlasını verebilirdik, daha azını alabilirdik ondan ve hiç yalnız kalmayabilirdi, hiç dilenmeyebilirdi, güzel sevdalarda dillenebilirdi diye, bize yaptıklarını ve yapmakta olduklarını iliştirdim yan ceplerime.
“Her yakın duruşu bile öylesine uzaklığa göz kırpardı ki yakınına sokulmak istemezdik…”
İstemezdik değil, istemezdiniz.
Yani artık sizden ayrılıyorum, utanacak bir şeylerimiz varsa saklamakla kaybolmayacak, sadece saklı olacaksa; hak tecelli edecekse bir gün, saklılarımı vermeye, sabretmeye, korkmaya, dillendirmeye gidiyorum. Siz burada kalın. Saklı korkak yanınızla.. Ya da gelin…
Ben gidiyorum.
Bizim için, insanım diyebilmek için!
O, yüreğini ellerine ilistirmiş, elleri buz keserken de yüreği alev alev kızı nerde bulabilirim?
Beni anlayabileceğini, onu sevdiğimi ve sevmeyi öğrenmek istediğimi,
Görmek istediklerimi görmeyen, bakma fonksiyonu dışında hiçbir legal yani olmayan gözlerimi ona ısmarlamak istediğimi, gözlerime görmeyi öğretmesi gerektiğini,
Zamanımı ona vermek istediğimi, zamanın ne demek olduğunu bana da öğretmesini ve bu süre zarfında sadece bana alt zamandan yiyeceğimizi,
Bizden daha iyi bildiği ama nerede bulabileceğini bilmediği ve sırf doğduğu iklim nedeniyle yoksun kaldığı haklarını ona iade edeceğimi,
Lütfederse yaşımı, bulduğuma adak diye dondurup önüne koyacağımı, birlikte geçecek zamanı başlangıcım addedeceğimi söylemek için!
O yüreğine ellerini iliştirmiş, yüreği cehennemken de üşüyen kızı nerde bulabilirim?
Artık karanlıkta kalıp cesaretle konuşmaktansa aydınlığa çıkıp ürkek yaşamayı istediğimi,
Aslında farklı olsak da aynı acılara ayni gözyaşlarıyla eşlik ettiğimizi,
Ve hissettiklerimizin farklı, olmadığını, sadece bazılarımızın bir şeylerin farkında olmadığını,
Mutluluk için kahkahaya değil tebessüme gerek olduğunu söylemek için.
Nerde bulabilirim, saçlar zifir, gözleri enginleri anımsatan-kapkara, isteme duygusunun aşıladığı elleri yağmurda ıslak, dilinde birkaç kelimeyi ancak yaşatabilen, yaşı yedi, boyu yaşından ve yaşadıklarından uzun, ağırlığı arttıkça ağrına giden, ay(ak) bileklerine pranga, gözlerine sürme yerine kömür isi bulaşmış, dudakları al al çatlamış, utanmayan ama bakanları /görenleri değil/ nedense utandıran kızı?
Sevdiğinizin başı için bulun o kızı; çok muhtacım…
Harika bir yazı. Çok etkileyici.
Teşekkür ederim.