Son Bakış
“Seven Ne Yapmaz” adlı yazımız çokça beğenildi. Hadi şimdi de tersten okuyalım. (“Okumak” burada terim anlamında kullanılmış olup kaynağı rahmetli Erol Güngör Bey’dir ve benim için kıymetli bir sosyologdur.)
Sizce seven ne yapar desem, ne(ler) dersiniz? Tamam, hadi beraber söyleyelim. Öncelikle seven sevdiğince yapar? Yani kadarı/ederi; aşkı, sevgisi kadardır sevenin. Burada sevgi denilen duyguyu temsili kılıp derdimizin çokçası aşkça bir lisan olduğunu önceden belirtelim. Yoksa basit sevişler hiç olmadı derdimiz. Ya da hayatı müşterek gören kutu kutu prense hayatlardaki sevgiden söz etmek yakışır mı şiir bir ruha? Rabıtadan ötesidir derdimiz ki rapt-u zapt olmak bile bir ikilik gerektirir. “Biz” hikâyesi yoksa bir sevmenin, senli benli alışverişi vardır. Aman neyse canım şimdi;
“Talip olmak hoştur amma,
Dengin bulmak başkadır başka.
Âşık olmak hoştur amma,
Sâdık olmak başkadır başka.”
Bizim sadakat ölçümüz belli: “O dediyse doğrudur” diyenden öğrendik sadakati.
“Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür.
Sana çöl gibi gelen, o göl diyorsa göldür.”
E, öyle şimdi; “ben” işleri yoktur seveceksen, adanacaksın her şeyinlen. Yanındayken bile özleyeceksin “özlerim ben seni seninle bile” diyerekten. Ödün patlayacak o anlar bitiverecek duygusuyla. Saate, zamana küseceksin. Aklın alıp başını baştan gidecek…
Aşk, dostum, fedakarlıktır ama öyle kendinden vererek değil; kendinle beraber kendinde ne varsa vererek. Fakat ruh tanır da nefs hor görür âşığı. Âşıktır ya nasılsa âşık olmuşsıca!
Aşkın kökü “ışk” ve o da sarmaşık demek. Doğrudur, sarmaşıkların ağacın öz suyunu içip yavaş yavaş ağacı öldürdüğü. Ya sarmaşığı öldüren nedir bilir miyiz!?
“Seven ne yapar dediydik. Üzmez tabii ki çok haklısınız, kırmaktan korkar. Çırpınır, didinir, saçını süpürge eder… Arada sırada da dağları deler, ateşte yanar, köpeğin ayağını öper (hani Leyla’nın bastığı yere ola ki basmıştır diye) Aklıma Ruh Adam romanındaki Güntülü geldi. Ok atılmayanlardan biriydi. Tabii bir de “beni sevmenize müsaade ediyorum” diyen Leyla Mutlak vardı.
“Her ne var ise aşk imiş âlemde…” demiş Fuzûlî. Taşlıcalı Yahyâ’yı da severim ben. Neler dememiş ki koca şair. Ama bende şair çok, birini yazsam diğeri ne der ki acaba?
Şimdi atını uçuruma süren Urungu’yu da unutmamalı. (Bozkurtlar romanından bir karakter) O da aşkından atını delice uçuruma sürüp… Uçurum demişken, “uçurum uçurum gözlerine baktığım sensin/prangalarca boynuma taktığım sensin” diyen şarkı bir yana, (“doymadım doyamadım sevmelere seni ben” de demişti aynı kişi)
“Uçurumun kenarındayım Hızır
Bir dilber kalesinin burcunda
Vazgeçilmez belaya nazır
Topuklarım boşluğun avcunda…”
Diyen “Gülce” aşığı şair adamı da analım. Ama yârin bakışı da zaten bir uçurum değil midir? Ben bir ara baktıydım, gayet öyleydi. Çokçası göz önüne gelense o son bakış.
“Yürü, gölgen seni uğurlamakta,
Küçülüp küçülüp kaybol ırakta.
Yolu tam dönerken arkana bak da,
Köşede bir lahza kalıver gitsin!”
Ama tabii gönül denilen şey gelirkenki bakıştan yana. Yazmıcam onun nasıl geldiğini ben ama. Bana doğru yürüyüşünü, yürürken bakışını sevdiğim şeyin en çok gelirkenki gülüşlü bakışını sevmiştim. Hatta hastasıydım, delisiydim, manyağıydım… (Konu buraya nasıl geldiyse şimdi!) Bir zaman biz de aşıkolasıca bir kalbe sahipmişiz demekkisi.
Seven kâh yazamaz sevişini, kâh susturamaz kalemini… “Her an gözümde perdesin, nere baksam sen ordasın” diyen Neşet Baba sözünü de yaşadınız mı ömrü hayatınızda? Ama özlemek zorların zoru bu sevme işinde. Ki seven özler be. Hemi de ciğeri yanacak kadar.
Hüda kavuştursun tüm özleyenleri deyip burada noktalayıverelim sözü.