Selvi Boylum Al Yazmalım filminin en meşhur repliğiydi: “Sevgi neydi?” sorusu.
Sahi! Neydi sevgi? Bunu en son ne zaman düşündük? Ya da düşündük mü hiç?
Her birimiz zaman nehrinin akıntısına kapılıp giderken böyle sorulara rastlamayız ki o çağıltının içinde. Ara sıra kıyıya çıkıp soluklanabilen bahtiyarlar hariç elbette. Oradan bakınca zamanın ve dünyanın prangalarından bir süreliğine de olsa sıyrılıp nefeslenmek mümkün olabiliyor. Ve insan olan her yolcu için bu bir elzem…
Peki biz bunu ne kadar biliyor ve ne kadar yapabiliyoruz? İnsanlığın başlangıcından beri tüm ilahi ve mistik öğretilerde var olan bu metodu kaçımız bilmekte? Ya da ilahi öğretiler deyince aklımıza ibadet diye bildiğimiz kavramın dışında başka gelen bir şey var mı? Bu soruları yaşadığımız asırda kavramların içinin nasıl boşaltıldığından filan bahsetmek için sormuyorum merak etmeyin. Belki bir nebze olsun düşünebilmek, akledebilmek, ezberlediğimiz zihin sarmalının dışına çıkıp başka pencerelerden bakabilmeyi deneyebiliriz diye soruyorum.
Bu metot; kiminde meditasyon, kiminde yoga, kiminde tefekkür ya da seyri sülûk gibi isimler alsa da özünde aynı amaç vardı. “Kendini bilmek”!
Sevgiye dönecek olursak, hepimizin bildiği gibi sadece insanlığın değil tüm canlıların en temel ihtiyaçlarından biridir sevgi. Yaşam kaynağıdır, nefes alma sebebidir hatta hayattır dersek abartmış olmayız sanırım. Ruh ve beden olarak çift boyutlu hayata sahip olan canlıların bedensel rızkı gıda ve su ise, ruhsal rızkı da sevgidir. Birinin eksikliği diğerini de sekteye uğratırken, birinin doyumu ile de diğerinin ihtiyacı karşılanmış olmuyor. Beş duyunun algıladığı beden aşikâr olduğundan onun doyumu ön planda olurken, ruh için aynı şeyleri söyleyemeyiz. En başta bahsettiğim kıyıya çıkma metaforu bunu fark edebilmek içindi.
Arada sırada kendimizle baş başa kaldığımızda duygusal ihtiyaçlarımızı düşünebiliriz. Sevgiyi ne kadar hissedebildiğimiz, ne kadar alıp ne kadar verebildiği iz arasındaki dengeyi sağlamak da yine hayat yolcusu biz insanın görevidir.
Oysa bize böyle öğretilmemişti. Etrafımıza bakınca bir çok kişinin sevgiyi ya hep karşıdan beklediğini ya da sürekli karşıya verdiğini görebiliriz. Bu davranışlar da ailede model aldığımız kişiyi kopyalamamızla alakalı.
Velhasıl anne babamız nasılsa biz de zaman içinde ona evriliyoruz.
Sevgi, hem almak hem de vermek değil miydi? Aldığımız kadarını verip, verdiğimiz kadarını alma dengesini korumamız gerekiyor. Nihayetinde her şeyin aşırısı kişiye zarar veriyor.
Almaya alışkın insan için sevgi zamanla menfaat ilişkisine dönüşebilirken, vermeye alışkın insan için ise tükenmişlik duygusu yaratabiliyor.
Sevgiyi saf haliyle düşündüğümüzde ise Yaratıcı Kudret’in bizi nasıl sevgiyle yaratıp sevgiyle donattığını fark edebilmek çok zor değil. Sadece biraz buna zaman ve emek vermek kafi. O yüce duyguyu fark edebildiğimizde ise çevremize karşı sevgimizde de inanılmaz değişim ve dönüşümler olduğuna şahit olabilirsiniz.
Keşmekeşinde savrulduğumuz şu dünya hayatı ve kopamadığımız konfor alanlarımız ve önceliklerimiz belki çok da önemli değildir. “Kendini bilen Rabbini bilir” düsturunca kendimize döndükçe özümüze dönecek, hakikate şimdiye kadar göremediğimiz bir gözle şahitlik edebilme fırsatını yakalayabileceğiz.
Meryem Suresi 96.ayette haber verilen sevgiyi de belki o zaman anlayabiliriz diye düşünüyorum.
Varlığın, varoluşun ve varoluşun devamını ifade eden sevgiye dair daha söylenecek, yazılacak ve yaşanacak şeyler elbette devam edecektir lakin bu yazıyı şimdilik daha önce kaleme aldığım şu pasajla tamamlamak istiyorum.
Evrende “var” olan tek gerçekti sevgi!
Keşfedebilen için sevgi dışındaki her şey bir sanrıdır.
Keşfedemeyen için ise sevgiyi aradığı her şey bir tanrı…
Ve insanın çöküşü sanrılarını tanrılaştırdığı zaman başlar!