Az önce, “Her insan bir seyyah adayı,” diye bir cümle iliştirdim kara kaplı defterime. Doğal olarak yolcu kervanına kendimi de eklemezsem tuhaf olurdu, değil mi? İlk ve son yolculuk arasındaki bilinmezlikler merak ediliyorsa kısa bir süre beklemek gerek. Doğ, yaşa ve görme! Üzücü değil mi? Binlerce harfin kucaklaşmasından ya da kapışmasından kalan hatıralar yığını değil mi zaten tüm senaryo? Herkes yazdığı senaryonun son sahnesini oynar ama göremez şeklinde, biraz önce yazdığım buna benzer bir cümleyi silmeye üşendim zannetmeyin. Her zaman derim: “Her insan bir senaryo yazardır.” Hayat denilen serüvenin ilk ve son cümlesi, herkeste olduğu gibi, her zaman merak konusudur. İsimler unutulur, azizim! Asıl mevzu, ömrüne ne sığdırdığında saklıdır, şeklindeki sözüm kulağımda çınlar durur her zaman. Kendimi oldukça yorgun ve uykusuz hissediyor olmamın yüzlerce sebebi olsa gerek şu bilinmez yolculukta. Biri “Son mu?” dedi. Ben, sonları sevmeme sorunumu düşünmesem de düşlüyorum hem de ister istemez. Siz de yıllardır karalamakta olduğunuz eserinizin son cümlesine ilham bekleyerek mi yatağınıza uzanıyorsunuz? Tamam o zaman. Seyahat başlasın… Yaz, kalem! Oyna, ben!
Şimdi, “Kapat gözlerini fakat yanı başındaki emektar sehpayı tapulayan mum yanık kalsın,” dedim kendime. Kendi kendime konuşmak bir yere kadar anlaşılabilir de cevap vermeye başlayınca… Yine de yazdı kalem. Oynadı ben. Karanlığı ve soğuğu hiç sevmem. “Ben de,” diye not düşmeyen kaleme kızdım hemen. Hafiften aydınlık veren mumdan süzülen ince bir isin sessizce yolculuğa çıktığını hayal et demeyi de ihmal etmedim. Nostaljik ortamlardan herkes haz alır kanaatindeyim. Sonuçta kalem benim emrime amade. Ne var ki kaderi yazan ben değilim ki her kelimem amele dökülsün. “Oldum olası mürekkebe hayranlık duyarım,” deyince kalem tebessüm eyledi. Haklı. Ruhunun içinin övülmesi ile neşelenmeye. “Dedik ki, son zamanlarda rengarenk olanlarım da çıktı.” “Ne alaka! Konuyu değiştirme,” dedim. “Hayatımızdaki anekdotları renklendirelim,” diyecektim sadece,” dedi. “Benim için gökyüzüne öyle bir resim çiz ki gözlerini alamasın insanlar benden,” dedim. “Ressamın biri çıkar kıskanır,” dedi. “Boş ver,” dedim. “Şamdanın avuçlarındaki mum, yavru bir kedi kadar sessiz, alev her zamanki gibi gölgesiz,” diye edebi bir cümle iliştirmesini emreyledim. O da yazdı. Sağ olsun. Soba alev alev yanarken bir soğukluk hissetmek de neyin nesiydi bilmiyorum. Hem de ayak uçlarımda. Pencerenin yanındaki masanın üzerinde duran defter son sayfada açık kalmış ve kalkıp kapatmaya üşenmiyorum mu desem bilemedim. Kalem son cümleyi yazmak için ilhamlı bir kalp, düşleyen bir beyin ve nasır tutmuş parmak uçlarını bekliyordu. Saatin tik takları “Aç gözlerini,” der gibi sesleniyor. Ateş ile savaşan odunun çığlıklarını duyuyorum. Başaramayacağını anlayınca teslim oluşunu izlemenin haz vermediğini itiraf ediyorum. Sanki yanmaktan zevk alıyor ve ben bunu göremesem de hissediyorum. Onca sıcaklığa rağmen soba halinden memnun gibi duruyor. Ateş işte oduna köz, demire söz, suya cız dedirtti yine. Ben ise hâlâ üşüyorum.
Sokak, lapa lapa yağan karla beyaz bir kombin yapma derdinde. Birkaç dakika içinde emellerine ulaşıyor ve hava atmayı da ihmal etmiyor. Ta çocukluktan bu yana severim aslında beyazı. Ne kadar arzulasam da açamıyorum gözlerimi. Daha önce gözlerimi kapatınca siyah bir boşluk karşılardı beni. Ama şimdi bembeyaz süt denizinin tam ortasında gibiyim.
Tam bir sessizlik var derken, kapının kolu selamlar gibi hafiften başını değiyor. Sonra kollarını açıp yavaş adımlarla birini içeri alıyor. Ama kucaklamıyor. O kişi önce perdeyi aralıyor. “Burası çok sıcak,” deyip sonra pencereyi açıyor. Gözlerimi açmak istesem de nafile. “Ben üşüyorum,” diyeceğim ama beyhude. Birkaç saniye sonra olabildiğince kulakları sağır eden bir çığlık kaleme alıyor kalem.
Sanırım, olağanüstü bir durum ile karşı karşıyayım. Dışarıdan sesleri duyabiliyorum ne var ki hâlâ gözlerimi açamıyorum. Bedenim hâlâ yatakta tembel bir uzanış hâlinde olsa da ruhum küçük adımlarla masada duran defteri koltuğunun altına almış, sessizce mekânına geri dönüyor. Hâlâ her taraf kapkaranlık. Tek fark, pencereden dışarısı oldukça aydınlık gözüküyor. Saatin tik taklarını duymuyorum artık. Dışarıda hayat olağanca hızlı aksa burada durmuş gibi. Yüzünü göremediğim bir el uzanıyor ve defteri alıyor elimden. Son sayfaya kadar dikkatle okuyor ve son cümlenin eksik olduğunu fark ediyor. “Kalem verir misin?” diyorum, “Hayır olmaz,” diyor. “Neden?” diyorum. “Zamanın tükendi,” diyor. “Bırak bir kelime yazmayı, bir nokta bile koyamazsın.” Sonra, tam göğüs kafesimin üzerinde soğuk bir metal hissediyorum. Sizce, senaryo bitmesine rağmen doğaçlama oynanmaya devam edenler en iyi oyuncu ödülüne aday gösterilir mi? Zannımca seyahatin sonuna gelmiş olabilirim. Sonsuzluğa seyahatin durağında ilk gelen taşıta atladım, gidiyorum. “Sen öldü,” zannet! Kendi yazdıklarını değil, alnına yazılan senaryoyu oyna.
Şu üzerime koyduğunuz bıçağı da alın bir zahmet! Haydi, beyaz takımımı getirin, geç kalmayayım. Ayakkabı istemez. Dikensiz yollardan gideceğim…