Günümüzde insan, özünü kireçleyen ve ruhî tıkanıklığa sebebiyet veren bir anlık etki dünyası ile baş başa kalmaktadır. Ayrıca, teknolojik aletlerin de mobilizasyon kazanması ile birlikte süregelen bir bağımlılık ve tembellik getirisiyle yüz yüzedir. Bilimsel ve teknolojik ilerlemeler ekstrem kutsanırken, asıl önemli olan insanın içsel yolculuğu ve ruhunu keşfetmesi gözden kaçırılıyor. Oysa, insanî özün gereği, kendini tanımaktır. Mevlânâ Celâleddîn’in şu sözlerindeki rayiha, bu özün gereğini hatırlatır bizlere; “Aynalar türlü türlüdür. Yüzünü görmek isteyen cam’a bakar, özünü görmek isteyen can’a bakar.” İnsanî özün serveti ise, hakikat merdiveninde ruhunu yüceltecek olan bu özün kendisidir. Bunun için gönlünü yoracaksın. “Duyduklarını ve bulduklarını söyleyeceksin, sen söyleyemezsen, ruhunun kavuşabildiği sırları, şiirlere, sazlara, semalara söyleteceksin.” der Hudâvendigâr. Söz, hakikatin gölgesi iken; şiir, gölgenin gönüldeki sergüzeştidir. Söz, bir damla iken; şiir, hakikat denizindeki o damlanın devşiren incisidir.
“Gör sendeki aslı, bir sen var senden öte
Ahûzar edince gönül, söz kanatlanır imiş.”
Şiirin şiârından önce şiirin belirgin vasıflarından dem vuralım isterim. Şiir gönülden dudağa temaşa ederek görünmek ister; şiir, ruhun feveranını duyurmak ister; şiir, kendisini akseden aynalarda bilinmek ister. Şiir, söz olarak hakikatin izini sürmekle beraber gönüllerde bir olma, hislerle birlikte göğe yükselme, vezin yoluyla da kalbi mest etme ve bedeni irade dışı harekete geçirme kuvvetine sahiptir. Bu bakımdan âlemdeki harekete tabi olan şiir, şairini, âlemin zâhirdeki ve bâtındaki meydanında durmaya sevk eder. Başka bir deyişle vezin şartıyla şiir, hem varlığımızı anlamlandırabildiğimiz bir bilgiye hem de evren hakkındaki edindiğimiz bilgiye delildir ve şair de kimliğini önce bu ikisinden edinir. Şiir, zamanın ve mekanın hem dışında hem içindedir. Şiirin, bâtında mekandan bağımsız olması; şairin, hayal gücünün, rüyalarının ve ilhamının şiiri ortaya çıkarmasındandır. Şiirin zahirde mekana bağlı olması, söz kuvvetinin eşya ve seste kendini göstermesindendir. Şiirin bâtında zamandan bağımsız olması, şairin zihninin ve muhakemesinin bir delili iken; şiirin, zahirde zamana bağlı olması, şairin o dönemin şartlarına bağlı olarak eserlerini vücûda getirmesi yahut duyuş, hissediş ve algılayışının dönem dönem değişmesi iledir. Şiir, tarihin nostaljisiyle ve geleneğin yıkılmaz anıtıyla her ne kadar yol kat etse de, bazı şairlerin devrimci bazı şairlerin teslimiyetçi tavrı ile bazen bocalamış bazen de arşa çıkmıştır. Şiirin şiârı ise gönüldedir ve gönül deryasından dil kıyısına vuran hakikat sözleridir. Şiâr kelimesi, Osmanlıca iz, işaret; insanın gömleği anlamlarına gelmektedir. Gömlek ki, nasıl vücudu sarıp sarmalıyor, ten cevherini yabancı gözlerden saklıyor ise şiirin şiârı da gönül cevherini yabancılardan saklar ve yalnız onun diliyle hemhal olan gönül dostlarına sırlarını açar. Şiirin sırrına vakıf olan gönül erleri, virane gönüllerinde bir hazine saklar gibi şiiri saklarlar. İnci misali şiir, deryada biter, olgunlaşır ve ruha nüfuz eder. Şiâr edinmek ise, Arapça anlamıyla bir şeyi slogan haline getirmektir. Gönül deryası, bu şiarı yani ruhta biriken bu incileri dil kıyısına atar ki felaha ersin ruhu şenlensin. Kıyıdaki bu inciler, bir bakıma gönül deryasının sloganıdır. İşte burada devreye bir istiridye misali şair devreye girer. İncisi özünde hasıl olan bu istiridye, tam merkezinde kâinatın sırrını taşır. Ruhunu temaşa eden, sevdaya meyyal bu yuvarlak sedef inci, şiirin ta kendisidir. Nurdan ruhu feyz alır ve aşıklarını mest eder;
Şiir ola gül renginde la’l bir hokka, içinde deryâdan incisi
Şiir ola gönül kadehinde la’l bir şarâb, var içinde hakîkatin meyvesi
Şiir ola rûhun nûru, saklar onu âdemler bir la’l elmada
Şiir ola aşkın nârı, yakar İbrahim’i bir gül bahçede.
Şiir gönülden dudağa temaşa ederek görünmek ister; şiir, ruhun feveranını duyurmak ister; şiir, kendisini akseden aynalarda bilinmek ister. Şair manifestosu nedir, gönüldeki yeri nedir gelin bir dem vuralım dostlar! Döneminin tasavvufî ve içtimai yapısını göz önünde bulundurduğumuzda, Divan edebiyatı şiirlerindeki aşkın manası o kadar derin ve muğlaktır ki, kitap okumakla veya ilim tahsil etmekle idrak edilemez. Hiçbir kalem, hiçbir şiir gerçek aşkın sırlarını satırlara dökemez. İlim okumak, tahsil görmek, meblağı “Gönül” olan aşkın manasına erişmede yetersizdir. İnsanları bu manaya eriştirebilecek tek köprü gönüldür. Ancak gönül yoluyla aşkın sırlarına vâkıf olunabilir. Beşeri aşk ancak bu ulvi aşka erişmeye bir basamak olagelmiştir. Sevgilinin güzelliği, İlahi güzelliğe giden yolda bir merhaledir. Şairin selvi boylu sevgiliye dair bütün gönül sergüzeşti, kendisini ancak ve ancak Maşuğa daha çok yaklaştırmak için nakşettiği motifleridir. Gönüldeki bu aşk motifleri yeri gelir dile dökülür sitem olur sevgiliye ve adı şiir olur. Şiir aslında bir bakıma şairinin manifestosudur.
Gelin cûş edelim bu mescidde, ey gönül sâcidleri, secde edin Âşka.
İlk sâcid bir şairdir bu meşhurdur bilinir, âleme nazar kılıp tutar kalemi Rabbini şiar edinir.
Selam ve dua ile.