Havaların soğumaya başladığını camdan dışarıya baktığında görüşünü engelleyen buğulardan anlardı Ömer, sıcakları pencere önündeki çiçeklerinin renklenmesinden sezerdi. Böyle severdi değişimlere bakmayı. Hayatı, herkesin yaşadığı şekillerin dışında yaşamak isterdi ama bunu bir türlü de beceremezdi. Takvim tutmazdı misal ama günleri de kaçırmazdı asla. Bilirdi kocakarı soğukları ne zaman gelecek ne zaman saç-bağ uçuran fırtınaları dinecek. Saatleri ise şaşırırdı arada bir. Ömer, her şey ile hiçbir şeyin iç içe geçtiği bir insandı. Olağan ile sıra dışı Ömer’in bedeninde barış içinde yaşar, zihninde sıra ile parlayıp sönerdi.
Şimdi hatırlayamadı ama ne kadar zaman olmuştu buraya geleli. On yıl mı? Saatli maarif takvimini almadığı için pişman oluyordu bazen. Yıllar birbiri üstüne devrile devrile altlarında Ömer’in gençliğini bırakmışlardı. Bunu düşününce keyfi kaçtı, ceplerini yokladı hızlıca. Tütünü bitmişti, parmaklarına kırışmış bir sigara kâğıdı değdi, tiksindi Ömer. Başka türlüsünü düşündü. Üst katında yatan kırkını henüz devirmiş Ezineli İhsan kaç defa şartlı tahliyesini yakmıştı acaba? “Yuh be sana Ezineli!” dedi içinden. Ne vardı sanki maltada yoluna çıktı diye geceleri için için ağlayan henüz yirmilik delikanlıyı gardiyanlar gelene dek öldüresiye dövmeseydin, fena mı olurdu? Sonra durup birkaç ay evvel avlunun köşesinde mahkumlarla sırlaşmış gibi gardiyanlardan gizlice filizlenen ince söğüt dalını gözüne kestirdi. Keyfi yerine geldi Ömer’in. Kimsenin haberi yoktu ama Ömer bir isim bile vermişti o söğüde. Ceplerine bakınmayı bırakacaktı ki eline ince dişleri iyice kısalmış tarağı denk geldi. Çıkardı, bir eli ile tuttu saçlarını; kulak üstünden geriye doğru taramaya başladı.
Eskiden gürdü saçları, tarak pek kolay kaymazdı aralarından. Şimdiyse ana babası gibi, kendisine mektup yazmayı bırakalı yıllar olmuş Hatice gibi, yüzünü unuttuğu oğlu gibi, sahi neydi adı, selamsız sabahsız, ani bir kararla terk etmişti gençliği de bedenini. Merdivenleri çıkarken sağ dizinde bir şeylerin kaydığını hissettiydi ya bir gün; yaşlandığına işte o zaman karar vermişti Ömer. “İşte şimdi yolun diğer yarısındayım.” demişti. O zamandan beridir gençliği pek hatırına getirmez, aylarca avlunun taş zeminine türlü hareketlerle sürterek yuvarlaklaştırdığı zeytin çekirdeklerinden yapma tesbihine daha bir aşkla sarılırdı. Dili pek duaya dönmezdi ama dudakları da sürekli bir şeyleri mırıldanır dururdu. Eğrilmiş sırtına geçirdiği yamalı bir hırka ile kâh kapı eşiğinde, kâh yatağının ayak ucunda durur; o dilinin dönmediği duaları sanki hıfzetmiş gibi hatasız tekrar ederdi. Bazen başını camdan dışarıya uzatıp sakince göğü izler, bazen de ezberini tamamlamaya çalışan bir talebe gibi sallana sallana kendi içini okurdu Ömer yine o pencere dibinde.
Koğuşun paslı demir kapısı maviye boyanmıştı birkaç sene evvel. “İyi hoş ama göğün mavili menevişini hiçbirisi tutmuyor be” diyen mahpusluk arkadaşı bu kapıdan çıkıp gerçek mavilere karışalı Ömer kapının mavisini de beğenmez, eski paslı kapıyı özler olmuştu hatta. Yine de kapı esrarını her zaman korurdu Ömer için. Gardiyanlar, bu demir kapının bağrında açılan genişçe bir kapaktan içeriye günlük tayınlarını uzatırken Ömer bu işi her zaman ilk günkü merakla izler; kapağın kapanışını bir tiyatro oyununun son perdesi gibi görürdü. Bilse nasıl yapıldığını, belki alkış bile tutardı. Kapanan kapak bir daha açılmaz, giden günleri bir daha geri gelmez. Bire bin katardı mahpusluk, bu da gününü yıl ederdi Ömer’in. Takvim dahi yetmez Ömer’in cezasına…
Bir taşra kasabasının kuru yazlarından birinde, hava sıcak ancak donmuş gibi hareketsizken “Sanığın müebbet hapis cezası ile cezalandırılmasına…” diyerek kalemini kıran Ağır Ceza Reisi’nin biraz acır, biraz da hak ettin der gibi bakışlarının arasında koluna giren iki genç jandarma eri Ömer’i buraya getirdi getireli Ömer vaktin o yaz gününde sıkışıp kaldığını sanırdı. Sırtı eğrilir, saçları dökülür, yüzü cebindeki sigara kağıtları gibi kırış kırış olur da Ömer’in cezası bir türlü nihayete ermezdi. Öyle ya, belki ondandı zamanı başka şekillerde anlamaya çalışması. İşte, türlü türlü halleri var. Ömer yürür sürekli, binlerce adım atar ama bir adım öteye dahi gidemez. Söğüt, maltanın köşesinde iyice boy vermiş halde, gardiyanların kendisini görmesinden korkarcasına rüzgârın hafif esintilerinde titreyerek Ömer’e doğru eğilir, Ömer de her yanından geçişinde bir tespih tanesini parmakları arasından aşağı yuvarlar, her seferinde de “Biir.” derdi.