Sirk

Çınare Nasibova 479 Görüntüleme Yorum ekle
5 Dak. Okuma

“Renkli rüyalar gibi süslü dünyamıza hepiniz hoş geldiniz” diyerek sahnede selamladım gösterime gelen herkesi. Çocukların gözlerindeki o ışıltı sahnedeki devasa ışıkları bile geride bırakıyordu. Ben de onları böyle gördükçe mutlu olmayı başarıyor, karanlığın içinden çıkıp renkli dünyaya kavuşuyordum geçici bir süre dahi olsa.

“Gösteri başlasın!” diyerek bağırdım son ses ve üzerimdeki gökkuşağı renklerine hâkim kostümümle yıllardır yaptığım ve artık şiir gibi ezberlediğim birçok farklı gösterimi yapıp bütün alkışları aldıktan sonra, sahneyi yaşlı file bıraktım. Yaşlı dediğime bakmayın daha on dört yaşında oysa. Doğasında o daha çocuk, fakat burada öyle yoruluyor ki vücudu yorgun düşerek artık o büyük ayakları zor zor taşımaya çalışıyor kocaman cüssesini. Sahneye getirene kadar sopayla dövülüyor, canını yakıyorlar ki daha hızlı yürüsün. Sahneye çıktığı an ise ona bir çocuğa gösterilen şefkatle yaklaşıyorlar dünyanın en acımasız ırkı olan insanlar. Herkes ayakta alkışlıyor devasa fili, çocuklar masumca el çırparak heyecanla izliyorlar onun yapacağı gösterileri. Fil gösterisine başlarken izliyorum onu uzaktan, büyük yuvarlak gözleri sanki bir şeyler arıyormuş gibi hasretle bakıyor uzaklara. Onun ilk bu sirke geldiği gün geldi aklıma. O daha yavruyken annesinden ayırıp sirke getirmişlerdi, korkuyordu ilk günden beridir o da benim gibi sevmemişti bu şaşaanın altına sığınılmış çamurlu yeri. Asiydi, hortumuyla savurup duruyordu her şeyi, seviyordum onun o hallerini bu yüzden hortum ismini verdim ona çok da yakıştı. Hortum sahnede gösterisine devam ederken ben de geçtim odama, aynanın karşısında oturarak yüzümdeki boyaları çıkarmak için mendile uzandım. Aynadaki yansımamda yüzüme bakarak benimle konuşuyormuş gibi silme diyordu sanki yüzündeki boyaları, acılarını, yaşanmışlıkların çizgilerini sadece bu renkler kapatabiliyor diye fısıldıyordu. Evet haklıydı ama “Bu sirkte görünen her şey yüzümdeki boyalar gibi sahte değil miydi zaten?” diye karşılık vererek elimdeki mendille silmeye başladım yüzümü. Sonra ayağa kalkıp kıyafetlerin yüküne dayanamamış ortası çökmüş tahta askılığımın yanına ilerleyip onlarca değişik renklerde olan kıyafetlerden bir tanesini alıp üzerime tutarak baktım aynaya.

“Bak renklerin içindeki karanlığım ben.” Ses tonum giderek artıyordu. “Şu odanın güzelliğine bak pembeler, yeşiller, maviler, kırmızılar, morlar hangi rengi ararsan buradalar, şu oyuncaklara da bak” diyerek elime ilk geçen atlıkarınca oyuncağını fırlattım aynaya doğru. Kendime hâkim olamıyordum, her gün benimle savaşan bu benden çok yorulmuş artık başa çıkmakta zorlanıyordum. Aynaya attığım atlıkarınca aynayı tuz buz etmişti, karşımdaki yansımam birken on oldu. Kendimden kurtulmak istedikçe çoğalıyor olmak daha da öfkelendirdi beni. Birkaç bir şey daha elime alıp sağa sola fırlatırken, kapı açıldı.

“Joy ne yapıyorsun sen? Sesi duyup geldim bu odanın hali nedir böyle?” Nefes almadan sorular sorup konuşurken araya girdim, “Bir şey yok Kulin merak etme,” diyerek gülümsedim ona, gülersem öfkemi saklarım diye düşündüm ama beni en iyi o tanıyordu. Gerçek adımla seslenerek bu sefer sakince;

“Ferit iyi görünmüyorsun, haydi gel üstündekileri çıkaralım, kıyafetlerini giy, eve git, uyu, dinlen.”

“Hayır, hayır ben o eve gitmek istemiyorum Kulin, annem gittiğinden beridir o ev beni içine alıp boğuyormuş gibi hissediyorum nefes alamıyorum sanki orada.”

Ses tonu sertleşerek;

“Annen öleli 2 yıl oldu Ferit, gören de çocuk sanacak seni kırk yaşında adamsın nereye gideceksin peki? Nerede kalmayı düşünüyorsun?”

“Merak etme bakarım ben başımın çaresine.” “Ne demek merak etme, ben de kal derdim lakin biliyorsun Mahmut’u,” diyerek başını eğdi öne mahcup şekilde, Kulin sirkin en eski çalışanı ve Mahmut buranın sahibi, Kulin’in de sevgilisi.

“Bir arkadaşım var onun yanına gideceğim beni bekliyordur zaten şimdi,” diyerek siyah çizgili, annemin doğum günümde aldığı ceketimi alıp odadan çıktım. Sirkin ışıkları yavaş yavaş sönmeye başlamıştı bile misafirler yüzlerinde kocaman gülümseme götürüyorlardı evlerine. Ben de çamurlu yollardan ayakkabımın üzerinde kurumuş çamurlara yenilerini ekleyerek yürüyordum. Kocaman gösteri salonunun etrafında yedi kere dolandıktan sonra kalabalığın bittiğini fark edince durdum, ayaklarım hortumun ayakları gibi yorgun düşüp taşımıyordu artık beni. Işıklar da tamamen söndü ve renkli dünya karanlığa gömüldü. Arkadaşımın yanına doğru yürümeye çalışıyordum dizimdeki son dermanla, yaklaştıkça ağır kokusu burnuma dolup beni rahatsız etse de başka gidecek yerim yoktu. Soğuk demir parmaklıkların ardından bakıyordu masumca bana, beni her gördüğünde ayağa kalkmaya yeltense de kafesi boyuna göre çok küçüktü. Kafesinin yanına uzanıp demirlerin arasından kolumu sokup hortumunu okşadım boyalı ellerimle, gözlerimizi kapatıp özgürlüğe doğru daldık beraber.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version