Salonda kanepeye uzanmıştı. Zil çaldı. Gidip kapı deliğinden baktı. Yürüyen bedeniydi ancak aklı hâlâ telefondaki kelimelerdeydi. Silâh sesi duyuldu.
– Bahar Hanım aşağıya inseniz iyi olur.
O ise bunu hiç duymamış gibi kapıdan uzaklaştı. Onu bir endişe çağırıyordu. Sokağı inleten ses kulaklarında çınlıyordu.
Yüzündeki donuk ifade, bir katilin son kurşun çıktığında hissettiği kurtuluşun ve pişmanlığın resmini çiziyor, çelimsiz hali uzun hırkasından irin gibi süzülüyordu. Ayaklarını yerde sürüyerek mutfağa geçip kaynayan çaya bakışlarını dikti. Hareketlerindeki yavaşlıktan, dağınık saçlarından vazgeçilmiş bir hayatın perişanlığı okunuyordu. Ne de olsa insanlar bir konuşmayla onu bırakabiliyordu. O kendini bırakmıştı çok mu? Ayrıca bu ses, düğünde havaya sıkılan bir mermi ya da havai fişek sesi olamaz mıydı? Tek bir ses ile kendini anlam fırtınasının içinde buldu. Tamamen zıt düşünceler şimdi beyninde şimşek gibi çarpışıyordu. Bu muhavereden çıkıp merakını dindirmeliydi. Ruhunu kemiren sıkıntı içinde, olay yerine koşar adım gitti. Gördüğü karşısında okyanus suyu gibi çekilerek adımlarını geri geri attı. Başını yukarıya kaldırdı. Havadan düşen ne bir yağmur damlasıydı ne de kar tanesi… Şaşkın bakışları şimdi bir intiharın en görkemli tanığıydı. Havaya atılan ateş düğüne aitken, yere bir meteor gibi düşen kendi canına aitti.
Aynı mahallenin farklı sokakları…. Bambaşka hayatların aynı yolları…
Birbirlerine dostum, kardeşim demişlerdi. Gençliği de o gece öldü. Nasıl oluyordu da silah sesi eğlenceyi çağırırken sessizlik ölümü getirebiliyordu?
Gözleri büyüdü, elleri buz gibi olmuştu. Kabaran göğsüne çektiği nefes onu soluksuz bıraktı.
Son kavgasında zaten ondan, samimiyetinden ümidini kesmişti. O ise bu hayattan feragat etmişti. Bunda kararlıydı. İnsanın vazgeçmesi kaybetmeyi de simgeler miydi?
Her şeyin varış noktası aynı mıydı? Acizliği damıtılmış bir acı gibiydi.
Bahar daha yirmi beş yaşındayken ölmüştü. Dostu ile aralarındaki tek fark; o bugün toprağa gömülecekti, Bahar zamanı gelince. Belki yarın, belki yetmiş beşinde… Son görevini onu yerde bırakmayarak yaptı.
Tabuta son kez baktı. Daha vedalaşmamıştı. Ondan gönül sedasını çalan zamanın ona haber vermesine dayanamıyordu. Yaşamın kıymetini fark ettiren ölümün habersiz gelişi yüreğinde ani bir sarsıntı oluşturdu.
– Başınız sağ olsun.
– Dostlar sağ olsun…
Gözlerini bir anıya sabitleyerek mekândan sıyrıldı. Lafları ağzından bir sonbahar yaprağı gibi istemsizce döküldü. Hazan yine yalnızlığı getirdi. İçindeki dinmeyen acı, daldaki kuru yaprak misali hüzünlendirdi.
– Dost… dedi. Adı geçmişe karışırsa ruhu ıssız bırakan, yorgun nefeslere
gölgelik olan, acıyı tatlı diliyle yumuşatandır. Muhabbetinde ısındığın yokluğunda üşüdüğün kişidir.
Zamanla kavgalıydı. Gözlerindeki huzur yerini korkuya bırakmıştı. Hayallerini kuru toprak bitişine gömerken geriye kalan yarım bir insandı.
Kendini istemsizce; “Tek kurşunda ölmek mi yoksa mekâna kendini bırakarak ölmek mi daha kolay?” sorusuna yanıt ararken buldu. Zamanda parçalanmak dedikleri bu muydu?
Bilgisi olmayan şeylerde fikrinin olmaması gerektiğini düşündü. Bu konuda daha fazla konuşmadı.
Düşüncelerini adımlarının önüne katıp ilerlediği yolda evine geldiğini geç fark etti.
Çay kaynamıştı. Bardağa döktüğünü düşünüyordu. Oysa acı önce eline sonra kalbine dokundu. O esnada onu bir çığlık yakaladı. Ateş dolu bir balon küçük bir iğne ile patladı. Duyduğu havai fişek değildi. Bu acı hiç tanıdık değildi. Nasıl tepki verilir hayat öğretmemişti. Halbuki doktordu. Yetersizlik kitabında yoktu.
Hayatı çok hor kullandığını anladı. Anların genişleyerek bir ömür sürebileceğini hiç düşünmemişti.
Oysa ona kalan kuyu dibinde hissettiren bir boşluk ve sessizlikti
“Belki de” dedi.
“Yalnızlığın Allah’a mahsus olduğunu onunla dost olarak öğrenebilirim…”
Saatler ilerledi. Günler haftalar mevsimler geçti. Zamanın içine gömüldü. Bir zamanlar Ahfa vardı dedik bitti. Yine adına yakışan bir cesaret ile ölmüştü. İnsan geride bıraktıkça ilerliyordu. Bahar da acıyla yaşamayı öğrendi. Artık ne korkusu kalmıştı ne de kavgası.