Bir Hayâl Adam
Hayâl adam, sizce gerçek mi?
Bu yazımda öyle tanım/açıklama gibi şeyler yapmayacağım. Herhangi bir konunun izahıyla da uğraşmayacağım. Tarihten notlar, şiirlerden alıntılar, eski duygulardan kalıntılar da bırakmayacağım (belki)! Sizi bir adamla tanıştıracağım… Ama sadece tanıştıracağım! Onunla tanışmakla onu tanımış olmayacaksınız! O, benim için gerçek olmaması gereken; olmamalı olan bir hayâl adam! Üslup içeren cümlelerin adamı olmayı hak ettiğini düşünüyorum. Bu sebepten, edebi bir tanışma olacak gibi sanki! Yine de abartılı bir karakter beklemeyin. Fakat “değişik işte” diye geçiştirmek yerinde olur bence! (Necip Fazıl gibi “bir adam yaratmak” derdinde değilim; o, çoktan yaratılmış bir hayâl kişi!) Öyleyse tanışalım; bendeniz…
Cümleyle düşünen bir adamın kelimesiz kalışı, tuhaflığı kışkırtmak için yeterli olsa da tuhaf değildi aslında. Belki sadece yakışıksızdı ve bu ayıbı sahiplenecek cüret, manzaradan yoksundu. Yoksunluk, varlığı tanıyana ağır bir yüktü şüphesiz ve/fakat omuzlarında yoksunluktan daha ağır yükler gezdiriyordu. Sevda yüklü kervanların tozlu yoluydu hükmünü yitirmiş ve hüküm çoktan verilmişti. Çocukluğundaki isimler kadar sıcak ve sanki yakındı hatıralar. Hatıralarla yaşıyor gibi yapıyordu hayat denen serüveni… O, hatıralarına değil; hatıraları ona sahip çıkıyordu. İhanetsiz sadece onlar vardı. Ve insanlar çok yalancıydı.
Fakat yine de onu tanıyordu. Yıllar sonra gelecek olanı… Ve her nasip vaktine esirdi. Esaretse günden güne kendini daha da büyütüyordu.
Acınacak bir hâldeydi. Kendi hayallerinden ürküyordu. Bir gün bir sohbet meclisinde biri onunla ilgili “siz onun kim olduğunu biliyor musunuz” dedi. Sonra gülümsedi. Bu gülümseyiş, kimsenin bilmediği (sanki/belki/gibi/birileri dışında) bir şeyi mi işaret etti yoksa onu alaya almam mıydı, anlaşılamadı. Anlaşılmayı reddettiğini yıllar önce söylemişti. “Beni anladığınızda her şeyi anlamış olacaksınız ama beni anlayamazsınız” demişti. Kime, ne zaman söylemişti, muhatabı kimdi kurduğu cümlelerin?
Zaman çizgisini şaşmış, atı alan Üsküdar’ı aşmıştı. Aşamadığı şeyler vardı. Zamana hapsolduğu söylenti olsa da bu söylenti ona yakışıyordu. Fakat hayat inadına yakışmıyordu. Doksan yedinin yaz ayları gibiydi. Öyle tahmin edilebilirdi. Sonrasına bakıldığında öyle tahmin edilmeliydi! Hapsoluş denilen şey işte!
Belki bir bakış, bir bakışa adanış, bir bakıştan beklenesi şeyler… Bir bakıştan umut devşirilen bir ömür, bir ömürlük kaybedişe denkti.
Çocukluğunda balık tutmaya başladığı Bahçeler Deresi’nde değildi ve yanında çocukluk arkadaşları yoktu. Gurleyik (üveyik) mevsimi de değildi. Babasıyla gittiği arılarda hıdrellez kamçılarının (kamçıcık) üzerinden atlayıp neşeyle koşturan oyunlar oynamıyordu. Kırağı düşen gecelerde toprak çekmesin diye altına piren (püren) çalılarından yatak yapıp üzerine düşen kırağıya aldırmadan sabaha kadar uyuyan bir deliliğin sahibi olabilecek kişiye fazlasıyla yabancı görünüyordu. Ama onu özlüyordu. O zamanlar henüz sırtından vurulmuş değildi. Şimdi zaman hükmünü yitirmiş, mekân tanıdık değildi. Birileri üşüyordu artık. Birileri çok üşüyordu. Yıllar önce yazılmış bir şiir kıymığı beynine batıyordu. Neden ve niçinini sormuyordu.
Geriye kalan; hayâl kırıklığı, hüsran, küstürülmüşlük ve bir enkaza dair her şeydi. Ihlamur ve çınarın gölgesindeki değer ölçüsü, gölgesin(d)e duranın değeri kadardı. Bulanmıştı sular, kararmıştı deniz; puslu havayı seven kurtlar ortalarda görünmüyor, başka iklimlere göç ettikleri söyleniyordu. Bülbülün sır bestesi, neredeyse fısıldanmak üzereydi ve kader, hayatın herhangi bir yerinde hükmünü sürüyordu yine sessizce. Hatıralar bugüne düşmanlığıyla geleceğe göz kırpıyordu sanki. Yirmi beş yıl beklemiş gibi yapıyorlardı. Önceleri; on üç yıl beklemiş gibi de yapmışlardı! Zamanı şaşırtıyorlardı. Bir şehir otogarında yeni uyanmış gibi oluyordu insan ya da bir sahilde âşık olmaya hazırlanıyordu bir deniz perisine. Gözlerini açıyordu ansızın bir sokağın yanı başında. Kahve kokusu karışıyordu ellerine bakarken hayallerine. Gözleri, bir kolyeye takılıyordu; gözlerine kapılmadan önce ve çok önce; kırlangıçlar uçuşuyordu havuz başında. Suya her süzülüşlerinde sonsuzluğa yayılan halkalar oluşuyor, ıssız kalan sokaklarda genç kızlar gülüşüyordu. Düşleriyle dokunuyordu, gülüşleriyle… Dudak kenarına iliştirdiği gülüşleriyle… Hatıralar her zaman güçlüydü ve gölgesinden kurtulamıyordu onların. Aslında kendisinden… İç sesi tam olarak bunu ifade etmeye çalışıyor ya da ifadeden kaçıyordu. Kaçtığı çok şey vardı kaçamadığı! Küllendi dediği yangınlar, yeniden alevlenmek için fırsat kolluyordu en sinsi hâlleriyle.
Ruhu yorgun şarkılara eşlik ediyor, gönlü bir yangından arta kalan külleri eşeliyordu. Fikri prangalarda, cesareti acınacak hâldeydi. Kaygılarına sahip çıkıyordu ağır bir mecburiyetin tehdidi karşısında.
Birbirinden bağımsız kimi hayat kesitlerinin mutlaka birbiriyle ilgisi olması gerekirdi. İlgisiz gibi görünen her şeyi bir araya getirecek bir şey… Sonra ve öncenin imkansız fakat amansız aşkıydı bu. Ya imkansızlık galip gelecek ya da amansızlık, imkansızlığın tanımını yeniden yapacaktı bu tuhaf yolculukta. Yolcu kimdi, yol neresiydi?
Bütün ilgisizlikleri bir arada tutan bir adam vardı ortada. Etrafından bağımsız, tanımsız bir ortaydı durduğu yer. Başka duracak bir yer bırakılmayan, duracağı yer orası tayin edilen biri.
Köyde büyüyen bir şehirli, şehirde yaşayan bir köylü… İyi bir yüzücü, biraz şair, tuhaf bir yazar… İki binli yıllarla Ankara’da tanışan, İstanbul’da çokça ayak izleri olan biri… Çaya düşkünlüğünün sırrı derin muhabbetlerde gizli. Öyle zamanlarda çay gelmeden konuşmuyor. Niyetsiz edinişmiş bir alışkanlık… Bir aşk adamı gibi; sanki… Onunla ilgili, onu belirten en kesin hükümler bile ‘sanki’ dedirten bir şüpheye muhtaç… Mistik bilmeceler, etrafında dört dönüyor ve zaman yolcuları birden karşısında bitiveriyor. Bazen gizli bir ajan, bazen bir evliya, bazen bir Hızır kılıklı, bazen de sadece dilenci… Tanımlamak zor… Göklerden gelen bazı emirlerin sadece onu muhatap aldığı karanlık yerlerde fısıldanıyor. Bir sigara yakıyor ve böyle söylentilere konu ediliyor.
Birlikte yola çıktığı arkadaşları yollarda kaybolmuş. Gün gelecek başka şeyler de olacakmış! Ülkenin ileri gelen danışmanlarının yolları bir şekilde, abartılı rastlantılarla onunla kesişiyor ve tuhaf bir biçimde ona danışıyor buluyorlar kendilerini. O da danışmak isterdi birilerine bir şeyleri fakat danışmayı mümkün kılabilecek hiçbir ihtimalin varlığı yeşermiyor etrafında. Kesin hükümlerle perdelenmiş çizgileri. Fakat yine de bütün hükümleri hükümsüz kılmaya hazır görünüyor.
Keskin nişancılığı, yedi yaşındayken babasının av tüfeğiyle tanışmasıyla başlamış, bitmeden devam etmiş. Dört yaşından beri mantar topluyor; seviyormuş mantar toplamayı. Usta bir balıkçı olarak tanınsa da bütün bunlar onu tanımaya yetmiyor olsa gerekmiş!
Sakaryalı yıllarda Sakar Baba Türbesi’nin önünden yolu sıkça geçtiğinden dualar gönderebildiği bir evliyaya sahip olduğu söylenebilir; az ötenin Üç Erenler’i de dualardan payını alıyor. Bir zamanlar Bobatepesi’ndeki Kandilli Dede’ye mantar toplarken uğrayıp ettiği dualar gibi mi?!
Bobatepesi’ne üniversite kurulduğunda hatıralarına da çoktan el koydular. Meraların önemini, ne denli korunması gerektiğini coğrafya kitaplarında tekrarlamaktan usanmayan devlet aklı; bölgenin en güzel, bir o kadar kültürel değer taşıyan merasına üniversiteyi konduruvermişti. Üniversiteyle yerleşim yerini birbirinden ayıran ana yolda yitip giden taze canlara da eğitim şehidi falan dense o aklın bir eseri olarak ne isabetli olurdu!
Tek Meşe’nin gölgesinde gün batımını izleyip sigarasını içen o genç yoktu artık. Hiçbir armut ağacının dininde, muhabbetleyebileceğiniz bir çobana da rastlamanız mümkün görünmüyordu; çünkü başka şeyler vardı. Ve sonra armut ağaçları da yoktu. Armut ağaçlarının dokusunu devletin çam ağacı takıntısı altüst etti. Devletin varlığının olduğu her yerde çam ağaçlarının da varlık göstermesinin sebebi ne olabilirdi? Mezarlıklarda servilerin yükselmesinin bir izahı varken çam ağacı varlığı niye bu kadar açıklanması gerekli bir şeydi?
Guguk kuşlarını (guguşçuk) güvercinlerden hep daha çok sevdi ve nereye gitse kediler yolunu kesti.
Hayatında olup bitenlerin hangisi hayal ne kadarı gerçek belli değil! Ihlamur ağacının altına kondurulmuş tahta masada çay yudumlayanlar duyulmamış şeyler konuşuyor. Keskin nişancı, memur, bunalım, buhran… Ağrı, Sakarya, Çanakkale… Yazarlık ve balıkçılık… Salon adamı, tarlada çalışan bir rençper, etrafında kol gezen ajanlar… Aksakallı kocalar, ihtiyarlar konseyi… Adıgüzel bir evliyanın sanki yorgun dervişi… Mental yorgunluk, duygusal çöküntü, enkaz yığını… Mayıs Bey’den (muhtemelen kendisi gibi ama ‘kadar’ değil olan bir hayâl kişi) dinledikleri ya da dinlemiş gibi yaptıkları… O yoksa eğer, neylesin bu temmuz akşamında herhangi bir yeri ve bir görebilse onu!
Bir gün bir türkü söyleyecek; bütün söylenmişliklerden sonra son bir türkü… “Yağmur yağar, zülüfleri ıslanır / Bir gün olur, deli gönül uslanır…” diyecek; ölümü işaret ederken son türküsü, son sözünü söyleyecek (gibi)!
Sanki kurgulayan, hayal gören bir deli… Konu bütünlüğü sağlanamayan bir roman gibi bütün her şey… Belki de kurgu bunu gerekli kılıyor ya da itiraflar itiraza meylediyor(dur).
Konuyu bütünlemeye, kurguya şekil vermeye başlıyor bir ara! (Nihayet fakat yapabilecek mi/ya da yaptıracaklar mı?)
İşte her şey ve hepsi bir yana; o, onu bekliyor! Onu; adı güzel, güzelliği anlatılamaz olanı. “Aşkım!” diye seslendiğinde, uyuyan bütün aşk cümlelerini uyandıracak olanı, nefesiyle aşkı yeniden yaratan, sesiyle aşka aşk katacak olanı. Ceylan bakışlı (sadağını çoktan terk etmiş bir okun, yaydan uzaklaştığında bir daha geri döndürülemeyeceği gibi bakıyor), gönül yakışlı işte! (Sınırsız güzelliğiyle kalemi çaresiz bırakan kadın!) Onu bekliyordu! Ona çok âşık olacak, onunla yeniden var olacaktı. O geldiğinde mazi öyle anlamsız, öyle silik kalacaktı. Eli ayağına dolaşacaktı o yanındayken. Elinden tutup yürürken çam kokulu bir esintide ya da sarılıp kokusunu çekerken içine, onunla birlikte olduğu herhangi bir sahnede işte; dünyanın en mutlu adamı ve tamamen kendisi olacaktı. “İçinden geldiği gibi ol” deyiverirse hele bir de; dünyanın en güzel seven adamı olacaktı. Biraz şair biraz savaş beyi ruhlu kişiliğiyle sevdiğinin ayaklarını elleriyle yıkayan kocaman bir âşık olacaktı. Çünkü ona âşık olmak, çok kocaman yürekli olmayı gerektiriyordu. (Gereklilik olmasa ne olacak, adam dediğin zaten ona öyle âşık olurdu) Bu da ancak ona yakışırdı.
O, onsuz bir hayâl, onunla gerçek bir adamdı. Ama ne adamdı!