Bosna’da yapılan katliamın üzerinden çok zaman geçmiş olsa da bıraktığı acılar hala ilk günkü kadar diridir. Postallar altında ezilen insanlığın sömürge ve güç tutkusu uğruna sözde batı medeniyetlerinin ikinci dünya savaşından sonra yaptığı en büyük katliamlardan biri olan Srebrenitsa’yı her yıl olduğu gibi bu yılda anıyoruz.
Aliya İzzet Begoviç’in de söylediği gibi, “Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kan, akıttığı göz yaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.”
Bunları biliyor olmak bazı şeyleri bir anda değiştirmese de en azından tarihini bilmek ve tarihte ve bugünde yapılan kaos ve kargaşadan nemalanan ambargoların bizleri ayrıştırmak bölmek ve hatta yok etmek üzerine kurulduğunun farkında olarak yaşamak dahi onurlu bir duruştur. O yüzdendir ki tarihi bilmek kendini ve aslını bilmektir.
“Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.” diyordu Aliya…
Asırlar boyu hiç aklımızdan çıkarmayacağımız sözlerin doğruluğu bugün bile kanıta gerek duymadan ayan beyan ortadadır.
Artemis, ölüm çiçeği ve mavi kelebekler Boşnak ulusunun acı bir simgesi olarak tarih sayfalarına kazınmıştır. Neydi Artemis çiçeği ve o çiçeklerle beslenen mavi kelebeklerin sırrı!
Sırpların hunharca katledip insanları toplu mezarlara gömmeleriyle cesetlerin toprağı beslemesi sonucunda Artemis çiçekleri çoğalmaya başlıyor, bin bir uğraşla sakladıkları cesetler ve asla bulunmasını istemedikleri toplu mezarlar mavi kelebeklerin izini sürerek açığa çıkıyordu. Doğa, Batı’nın oyunlarından güçlüydü çünkü orada ilahi adalet tecelli ediyordu. Sadece Artemis çiçeğiyle beslenen bu kelebeklerin sırrını araştıran bilim insanları toplu mezarların yerlerini bu sayede buluyordu. Böylece kelebekler sembol haline gelmişti…
Tarihler 11 Temmuz 1995’i gösterirken Batı bu soykırıma yalnızca sessiz kalmamış hatta katliam için gerekli tüm desteği sağlamıştır.
“Onların demokrasi, barış ve hoşgörü dedikleri ilkeler, Srebrenitsa’da toprağın altına gömüldü.” diyordu Aliya İzzetbegoviç. Sarsılmaz inanç ve onurlu duruşuna hayran olduğum liderlerden biri olan Bilge kral Türk kardeşlerine yazdığı mektupta şöyle diyecekti;
“Savaşı yaşamayan birine onu anlatmak çok zordur.
Anlayamazsınız.
Dört tarafı dağlarla çevrili bir şehre her taraftan ateş edildiğini düşünün. Hareket eden her şeyi vurma emri veren bir zihniyet düşünün.
Çocuk, kadın, bebek, yaşlı ayırmayan bir yöntem düşünün. Ağır silahlardan 700 bin merminin yağdığı bir şehrin ne hale gelebileceğini hayal etmeye çalışın.
Milyonlarca boş kovan… Elimizdeki insani malzemeler tükendi… Şehirde gıda bitti, temiz su şebekeleri yok edildi. Elektriğimiz ve gazımız yoktu. Odun ve kömürümüz de…
Şehre giriş ve çıkış yapılmıyordu. Bir kuşatmaydı bu. Çocuklarımız, bebeklerimiz, yaşlılar açlıktan bakımsızlıktan öldüler.
Birleşmiş Milletler yardım gönderiyoruz diye, bize otuz yıl öncesine ait konserveleri, pirinç paketlerini gönderdiler. Bu konserveleri sokağa koyduğumuzda kapağını henüz açmadan köpekler bile kokusunu alıp hemen kaçıyorlardı.
Savaşı yöneten bir lider olarak aldığım en acı haberler, kadınlarımıza ve kızlarımıza yönelik tecavüzlerdi.”
İşte bütün bunlar hayran olduğumuz ve her fırsatta övdüğümüz Batı’nın utanç verici eseriydi. Sırbistan, Yunanistan, Fransa ve Hollanda’nın ortak bir eylemi olan Srebrenitsa katliamının tarihin puslu sayfalarına gizlenmeye çalışıldığı gerçeğini inkar edemeyiz. Onlar kazandık sandılar lakin bir kelebek ve bir çiçeğe yenilmişlerdi.
Ve şöyle diyordu hayran olduğum lider ve filozof İzzetbegoviç, ” Bizi toprağa gömdüler fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.”