Sert bir taşa rastladığı için çapasının ağzı kırılınca, soluğu evde aldı. Sapından çıkardığı çapayı eski eşyalarla dolu sandığa koymak için tavan arasına çıktı. Babasının tembihiydi, tarlada eskiyen şeylerin atılmayıp saklanması. İlk defa açtığı sandığın içini merakla karıştırırken, her yeri çizik bronz lambayı gördü. Üzerindeki tozları üflerken, lambadan duman çıkmaya başladı. Bir süredir yakını hayli zor görüyordu. İs kokusunu hissetti. Oda oldukça karanlıktı. Yağ lambasını yaktı. Gözlerini ovuşturdu. Etrafı hafif puslu görüyordu. O sırada bronz lambanın içinden çıkan mavi silueti fark etti. Duman tüm odayı kapladı. Heyecandan küçük dilini yutacaktı. Kolları bağlı biçimde karşısında duran mavi siluet; “Dile benden ne dilersen. Ama üç dilek hakkın var.” diye seslendi.
Mavi gözlerle göz göze geldi. Sonra samimiyetsiz bir şaşkınlıkla, bir sihirbazı izler gibi baktı bir süre. “Niye beş değil, üç?” diye sormak istedi. Babasının “Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz.” atasözünü sık sık tekrar etmesi, sinirini bozardı. O sırada dumanlar dağılmaya başladı. Kendini toparlayıp üflemeye devam etti. Lamba yeniden belirginleşti. Siluet de! Fehmi kafası bulanık biraz düşündü. Dedesinden kalma tarlaların ekimini bir süredir o sürdürüyordu. Ancak son iki yıldır aldığı verimden memnun değildi, daha fazla ürün arzuluyordu. Böyle devam ederse, ele güne rezil olabilirdi. Hasmı gelinine nişanda dizi dizi altınları takmıştı. Bu gidişle bunların yarısını dahi takamayacaktı, oğlunun düğününde. Alınacak eşyalar, başka masraflar, elindeki buğday neye yetecekti!
Tarla işlerine çocukluğundan beri alışık olmasına karşın, sevdiği pek söylenemezdi. Babadan oğula geçmiş bir uğraştı, sevmek gerekmiyordu ona göre. Düğünü hatırladı tekrar. Kız evi yüzüğü atmadan evermeliydi deli oğlanı. Daha çok buğday daha çok para. Ve dilden dile konuşulacak bir düğün. Uzun zamandır istediği traktörü de almalıydı artık.
Biraz daha düşündü. Düğüne ve traktöre rahat rahat yetecek kadar külçe altın mı istesem? Karısının sözü geldi aklına birden, “Bey, bırak bu inadı şehre gidelim, orada daha düzgün bir iş bulursun. Çiftçilik bizim neyimize. Hem sevmiyorsun hem de zorlanıyorsun.” Ona bu işlerden en az hasmı kadar anladığını ve köyün hatırlı kişisi olacağını göstermeliydi. Hem para hem itibar kazanmak için uyanık olmalıydı. Kafasının içinden o kadar çok düşünce aynı anda geçmişti ki, kararını verene kadar epeyce zaman geçti.
Kilidi pas tutmuş sandığı kapatıp lambayı üzerine bıraktı. Ağzını keyiften yaya yaya, ilk dileğini söyledi. Öncelikle şakır şakır yağmurlar yağsın kuruluktan çatlamış tarlamın üzerine. İkincisi, tarlamın üzerinde hiç rüzgâr esmesin. Üçüncüsü, börtü böcek olmasın. Bu istekler karşısında, gür bir ses işitti gaipten.
“Dileklerin gerçekleşecek ve ekinleri biçmeyi tamamladığın güne kadar bozulmayacak.”
Fehmi, tüm sıkıntılardan uzak bir yıl geçireceklerinden ötürü verimin çok artacağını ve bundan sonra kimsenin onunla yarışamayacağını düşündükçe mutluluktan uçacak gibi oluyordu. Ahalinin konuştuğu tek şey onun muazzam çiftçiliği olacaktı. Karısı ve oğlu onunla gurur duyacaktı. Böbürlenerek dolaşacaktı etrafta.
O yıl, tüm dilekleri gerçekleşti. Çok mutluydu. Ekinler boy boy büyümüş, gören herkesi hayran bırakıyordu. Mucizevi bir sene diye diye babasının mezarına yollandı. Böbürlenerek başarısını ballandıra ballandıra anlattı. Nihayet ekinlerin biçilme zamanı geldi çattı. Yüreği ağzında, sabah erkenden uyandı. Şans getirir kanaatiyle, sapı olmayan çapayı yanına aldı. Bir de orakları. Dosdoğru tarlaya yöneldiler. Tülbendinin ucuyla terini silen eşinin; “Düğün hazırlıklarına başlayalım bey.” deyişini işitti işitmesine ama yanıtlamadı. Yol bitmek bilmiyordu, sert adımlarının altından kaçmaya gücü yetmeyen karıncaların sessiz çığlıklarıyla inliyordu toprak.
Yaprak kıpırdamıyordu, hiç esinti yoktu. Bunaltan tılsımlı bir hava vardı. Yerler yağan şiddetli yağmurla çamur içindeydi. Terden mi olduğu belirsiz sırılsıklamdılar. Ekinleri biçmeleri bir haftayı buldu. Mahsulü tarlanın ortasına toparladılar. Ertesi gün güneş açtı. Rüzgâr kımıl kımıl tarlada özgürce dolaşmaya başladı. Ezilmekten kurtulmayı başaran karıncalar ve yerin altını üstüne getiren küçük böcekler artık serbesttiler.
Fehmi, köydeki tek patoz sahibi olan hasmına gitti. Ücret karşılığında harmanları kaldırma görevi onundu köyde. Ayakları geri geri gitse de alternatifi yoktu. Patozuyla birlikte Fehmi’nin tarlasına geldiler. Tırmıklarla patoza verilen harman dövüldükçe dövülüyordu. Makinenin yanında sıska köylüsü –hasmı- duruyordu. Kır sakalının kapladığı yüzünden ve düşük kaşlarının altında kaybolmuş gözlerinden ifadesi sezilmiyordu. Tarlanın üstü boydan boya savrulan samanların tozuyla kaplandı. Ama makineden tek bir buğday tanesi çıkmıyordu.
Hasmı, kafasındaki şapkayı çıkarıp manalı bir bakışla; “İşte mahsulün burada. Senin çıkardığın mahsul!” derken, Fehmi’nin içinde öfke büyüyordu. Hemen duygusuz bir çehreye büründürdü suratını. Ne duygusu, bu işlerde duyguya yer yoktu ki… Bir yandan pul pul saçılan samanlara bakıyordu, bir yandan da boş başaklara. Buğdaysız, ama olanca sarılığıyla solgun ve kupkuru. Herkes teker teker çekilince, koca tarlada bir başına kaldı. Ne ayağının altında toprağı havalandırmaya çabalayan böcekleri fark ediyordu ne de esmeye başlayan yelin terini soğuttuğunu.
“Senin çıkardığın mahsul. Senin çıkardığın mahsul. Senin çıkardığın mahsul…”
Boğazına takılan bu cümleyi yutmaya çalışarak o gece saatlerce yatağında döndü durdu. Uyuyamayacağını anlayınca doğruldu. Bir karabasan gibi üstüne çöreklenen hırsı ruhunu boğuyordu! “Nerede hata yaptım?” diye kendi kendine sordu durdu. “Ne oldu da böyle bir sonuçla karşılaştım? Nerede yanıldım? Kadersizim işte, yine talih bana gülmedi.” diye hayıflanırken, Aldebaran yıldızının sessizce kaydığını fark etmedi.
Güneş masmavi tepsinin ortasına kurulmuş bir elmas parçası gibi yeniden yerine kuruldu. Yıldızlardan eser yoktu. Gece gündüze, karanlık aydınlığa kavuştu. Ama o yanıldığı noktanın aydınlığına kavuşamadı. İlk horoz öterken, koşar adım tavan arasına gitti. Kafasını eğip içeriye daldı. Eski sandığı açtı. Ağzı kırılan çapayı gördü. “Kutsal bir eşya değildi ki bu babam için, kırdığımdan ötürü uğursuzluk meydana gelsin, tarlamda kıtlık olsun.” diye söylenerek bir kenara atıverdi. Sandıktan tozlu eşyaları birer birer çıkardı. Tek tek elden geçirdi. Öfkeyle açılan koca burun deliklerine doluşan tozlardan dolayı hapşırmaya başladı. Terden sırılsıklam oldu. Ama işe yarar bir şey bulamadı. Sandığın dibindeki vasiyetname yazılı kâğıttan başka!
“Ah benim vurdumduymaz oğlum! Mücadele etmeden arzulanan şeylerin sonuçları, emeksizce bunaltan ter zerreciklerinden öte değildir. Bilmez misin ki meyveyi, ağacın başına gelen güçlükler olgunlaştırır. Bunlar fırtına olur, haşarat olur, susuzluk olur… Mücadele olmayınca, zayıf kalır meyve, gelişemez. Her zorluk, külleri körükler ve zamanla kıvılcımlar tutuşmaya başlar. Tohumların çevresiyle bağını kesme evladım. Sürtüşmeden uzak bir ortam sağlama. Bir bitkinin yetişmesi, gelişimini devam ettirmesi ve olgunlaşması için mücadeleye ihtiyacı olduğunu sakın aklından çıkarma emi! Her zorluğun bir kazanımı vardır.”
Beklenmedik bir ölüm değildi ki babasının ölümü, kaç ay boyunca yatalaktı. Ne diye vermemişti bu vasiyeti ona zamanında. Bunları düşünürken öfkelenmeye başladı.
“Palavracı, hayatın palavraydı. Üç kuruşa talim ettirdin bizi onca sene. Bunak adam, senin aklın ermez. İnsanlar topraksız tarım yapıyor, sen sürtüşme dersin, zorluk dersin, atasözlerinle masal anlatırcasına mücadele deyip duracağına bir patoz alıp bıraksaydın ya miras!” Eliyle kendi kafasına vurdu. “Akılsız kafam, patoz istemeliydim!”
Babasının vasiyetini sandığın içine gelişigüzel bırakıp yerinden hırsla doğruldu. Tozdan kulpu görünmeyen kırık dökük dolabın içine sakladığı bronz lambayı çıkardı. Üflemeye başladı. Üfledi, üfledi. Ne duman oldu ortalık ne de mavi bir silüet göründü.
“Tabi ya, patoz!” diye bağırıp cüsseli bedenini eğerek tavan arasından dışarıya fırladı. Kendine yok yere eziyet ediyordu. Asıl kabahat hasmındaydı. Onun sümsük makinesinde! O kadar… Bir bulmacayı çözmenin verdiği ferahlıkla içi rahatladı. Avlu kapısının önünde durdu. Tırmığın pineklemek için söğüt ağacının koyu gölgesini tercih etmesine şaşırmadı. Kemerini iyice sıkıştırdı ve olanca yüksek sesle; “Hanım, kaymaklı katmer yap. Bir de bol acılı menemen. Çelimsiz bir misafir olacak sofrada. Donat masayı!”
Yediği her lokmada yüzüne vuracaktı. Patozun arızalı olduğunu, bu sebeple mahsulünü kaybettiğini söyleyecekti. Eğer kaybını ödemezse tüm köye rezil edeceğini, hatta dava açacağını da!
“Aklımı seveyim!” diye övünürken, tozu dumana katarak kahveye doğru çevirdi adımlarını.