Jeopolitik konumumuzun bizlere sunmuş olduğu nimetler, coğrafya kaderdir cümlesinin karşılığı olarak soluduğumuz hava… Toroslardan akan sular, Erzurum’un çayırı, Akdeniz’in içimizi ısıtan ılıklığı. Belki Güney Doğu Anadolu’nun Kuraklığı, Antep’in Şehit Kamili, Rize’nin Elevit yaylası, Elazığ’ın Harput’u… Sahip olduğumuz değerlere biçilemeyecek değerin somut varlığı.
Şanlı Osmanlı tarihi, ataları Selçuklular, küllerinden doğan Türk evlatları; ömre bedel tarihin gerçek yazarları. Anafartalar, conk bayırı, postal izlerimizle ardımızda toz bıraktığımız Ridaniye toprakları.
Sahip çıkmamız gereken; geleceğimizin teminatı, bizi biz yapan geçmişimizi bilmenin birer bağıntısı olacaktır. Özgürlük ve milli kelimelerinin harmanlanarak yoğurduğu bizler, belki topun tüfeğin değil yiğitliğin mertliğin mucitleriyiz. Bazen kendimizi unutsak da aynaya bakmak kendimizi hatırlamak adına mantıklı olacaktır. Aynamız Atatürk’tür, Kazım Karabekir, Nene Hatundur. Bazen Alparslan, hatta Attila, ve Mete Han…
Şartlar değişir, mekanlar şekil değiştirir ama tarih değişmez. Tarih bedenin içindeki ruh gibidir ölüme kadar yaverlik eder bizlere. Tarihini unutan insan aciz ve zayıftır. Dostunu düşmanını ayırt edemeyecek durumdadır. Tarihini bilmeyen insan, soluduğu havayı kazanmak uğruna nefesini feda edenleri de bilmez, bilemez. Kıymetini bilemeden yaşar her soluduğunun…
Sayfalarca yazsak da, kitaplar hatta ansiklopediler çıkarsak da bizi biz yapanların hakkını ödeyemeyiz. Kanuni’nin kemiklerini sızlatan Damat Feritler gibi ve hep anı düşünüp hayalet edersek sahip olduklarımızın vedasına şahitlik etmiş oluruz. Söylüyorum ve hep söyleyeceğim tarih var ise biz varız. Tarih tekerrür ile yaşar, insanlar hatalarıyla ölür…