Tarihin Yıkılmaz Kalesi Mimari

Merve Hodancı 393 Görüntüleme Yorum ekle
10 Dak. Okuma

İnsan var oldu olalı beri iz bırakmak ister dünyaya. Çünkü kendi yaşamının sınırlılığını, gelip geçiciliğini bildiğinden, kendisinden sonra da devam edecek olan hayata ‘Ben de bir zamanlar sizlerin yürüdüğü bu yollarda yürümüş, oturup hayallere daldığınız, dertlendiğiniz, manzaranın güzelliğine kapılıp gittiğiniz bu yerlerde ben de bulunmuştum.’’ mesajını vermektir gayreti. Şu koskoca dünyada küçücük varlığıyla kendince bir parmak izi bırakmak, kısa ömrüne rağmen ölümsüzlüğe niyetlenmektir belki de bunca gayretin anlamı.

İz bırakma isteği baki olsa da bunu somutlama biçimi kişiden kişiye değişir. Tarihe şöyle bir baktığımızda bunun ilk olarak mağara duvarlarına işlenen resimlerle kendini gösterdiğini görürüz, ilkel resimlerin ardından Van Gogh, Picasso, Monet gibi resim dehalarına evrilen süreçle resimde altın çağını yaşamıştır dünya. Resmin ardından yazının da keşfiyle atalarımızın bizlere bıraktıkları emanetlerin çeşitliliği ve anlamı da artmıştır. Kitabeler, yazıtlar, parşömenlere veya hayvan derilerine yapılan el yazması eserler yüzlerce yıl öncesinden bizlere mesajlar verir, bu, söz uçar yazı kalır atasözünün kanıtıdır adeta. Yazılı eserlerde de resimdeki gibi müthiş bir gelişimin seyrettiğini görürüz, Goethe, Dostoyevski, Dante ve adını yazamadığımız efsanevi birçok yazarın eserleriyle edebiyat dünyası unutulmaz birçok eseri okurlara kazandırmıştır.

İşte böyle yüzyıllar boyu biriken yazılı, görsel ve sözlü eserlerden kimileri sonsuza dek yok olsa da kimileri de bir şekilde eksilerek, değişime uğrayarak günümüze dek gelmeyi başarmıştır. Fakat bunlar dışında insanoğlunun geçmişten beri yapmakta çok iyi olduğu bir alan vardır ki, onu izini en iyi ve en kalıcı bırakma yöntemi olarak bile saymak mümkündür, mimari.

Mimari eserler insanoğlunun sanatını, hünerini en iyi konuşturduğu geçmişten günümüze gelen ve en kalıcı olmayı başaran eserlerdir. Bir mimari esere baktığımızda geçmişte orada yaşamış insanların yaşayışını, aile ve toplumsal özelliklerini, hangi döneme ait bir eser olduğunu vb birçok konuda bilgi sahibi olmak mümkündür. Geçen yüzyıllar içinde özellikle taş yapılar birçok felakete diğer eserlere göre daha rahat ve kolay göğüs gerebilmiştir. Depremler, seller, yangınlar gelip geçmiş fakat insanlığın alametifarikası bu eserler dünyada bütün görkemliliği ve güzellikleriyle yer almaya devam etmişlerdir. Hangi alanda eser kalmış olursa olsun elimizde şüphesiz ki her biri ayrı bir öneme sahiptir. Fakat ben burada mimarinin üzerinde biraz fazlaca durmak niyetindeyim. Çünkü medeniyetlerin yıkılmaz kalesi mimari en kalıcı eser olmaları nedeniyle bana göre ayrı bir öneme sahipler.

Ülkemizde ve dünyada eşsiz mimari eser örnekleri vardır. Ülkemizde: Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya, Göbeklitepe, İtalya’ da Kolezyum, Mısır’da Giza Piramitleri, Fransa’da Notre Dame Katedrali, Macaristan’da St. Stephan Katedrali bunlara birer örnektir. Bütün bu şaheserler insanlığın mimari sanatında ne denli hünerli ve iddialı olduklarının kanıtıdır adeta. Şüphesiz buraları görme şansına erişmiş çoğu kişi yapıların güzelliği ve görkemi karşısında büyülenecektir. Buradan yola çıkarak öncelikle kendi ülkemizden başlamak suretiyle başka kültürleri tanımak, sınır ötesine geçerek bu yolculuğu devam ettirmek gerektiğini düşünenlerdenim. Gezip görmenin kültürlenme, sanatsal beğeni gibi estetik yönleri geliştirdiği kadar manevi ve insani yanlarımızı da geliştirdiği kanaatindeyim, anlayış, empati, hoşgörü, saygı gibi…

Bu düşüncelerimi uygulamaya koyma çabasıyla geçenlerde Doğu ve Orta Avrupa’nın önemli ülke ve şehirlerinden oluşan bir gezi rotası izlemiştim. Bükreş’ten başlayan bu uzun yolculuk Bratislava, Budapeşte, Salzburg, Nürnberg, Viyana, Prag diye devam ederek en son Belgrad’da son bulmuştu. Tabi içlerinde en görkemlileri belliydi fakat genel olarak gözüme çarpan ilk detay mümkün mertebe hepsinde de mimari eserlere gösterilen önemdi. Bir kere binaların asla yıpranmasına izin vermemişler, zaten yapıların biri değilse öbüründe bitmek bilmeyen bir bakım ve yenileme çalışması söz konusuydu. Yapı iskeleleri ve brandalar oradan buradan sürekli önümüze çıkıyordu. Bu bana geçmişten öğrenmiş olduğum şu bilgiyi anımsattı: yıllar önceki bir İtalya seyahatinde rehberimiz az önce bahsettiğim meselenin üzerinde durmuş ve şöyle söylemişti: ‘Mimari eserlerin sürekli tadilata alınması devletin o eserlere ne kadar önem verdiğinin bir göstergesidir. Hatta bazen gerçekten bir tadilat yapılmasa bile iskeleleri bozmadan bırakırlar ki gelen turistlerde bu imaj uyandırılabilsin.’’ Ve sonra tıpkı dediği gibi Kolezyum’ da, Santa Maria del Fiore’ de ve daha pek çok eserde bu şekilde iskeleler görmem bunun sağlaması niteliğinde oldu. Düşününce evet, bana da mantıklı gelmişti ve ne zaman tadilatta olan bir eser görsem hep bu izlenimi edinmeye başlamıştım. Hatta bunun da ötesinde bambaşka bir örneğini de gördüğüm Budapeşte’de devletlere tarihi eserlerini koruma ve yaşatma manasında örnek teşkil edecek bir uygulamanın varlığını öğrendim. Budapeşte de diğer Avrupa şehirleri gibi tarihin ve yeşilin büyük oranda korunduğu, Tuna nehrinin iki yakasına kurulmuş büyüleyici bir şehir. Devlet şehirlerin mevcut atmosferini bozmamak amacıyla sıfırdan yepyeni bir yapı ortaya koyacak olsa bile bunu çevresindeki diğer yapıların mimari özelliklerine uygun, birebir dönemsel özellikleri yansıtabilecek şekilde yapılmasını sağlarmış. Halihazırda olması gerekene sağdık kalarak yapılmış bina örneklerine baktığımızda orijinal binalardan asla ayırt edilemeyecek kadar profesyonelce ve büyük bir işçilikle yapılmış olduklarını gördüğümde çok şaşırmıştım. ‘‘Demek ki isteyince oluyormuş.’’ dedim kendi kendime, bir yandan bizim caddelerin, sokakların ruhsuz, şekilsiz, çarpık yapılaşmış halleri gözlerimin önüne geliyor ve düşünmeden edemiyordum, ‘‘Biz neden başaramadık bu işi?’’

Bazı istisna dışında ne yazık ki şehirlerimizin dokusu büyük oranda zedelenmiş durumda mimari açıdan. İstanbul’un birkaç cadde ve sokağı, Safranbolu, Seferihisar, Akyaka, Gökçeada gibi bazı yerlerde geleneksel yapı büyük oranda korunmuş olsa da birçok büyük şehirde bu başarılamamıştır maalesef. Ne yazık ki çoğu yerde ‘yenileme’ adı altında kültürel bir ‘‘yıkım’’ ın gerçekleştirildiğini görmekteyiz üzülerek. Bunun örnekleri gündemde de zaman zaman karşımıza çıkar, binlerce yıldır ayakta kalmayı başarmış bir köprünün restorasyonu sonrası aslıyla alakası olmayan o yeni görüntüsü hangimizin yüreğini burkmamıştır ki? Buna dair en bariz örneği yakın zamandan verebiliriz hatta, hatırlarsanız Kız Kulesi de restore edilerek hazin bir değişime uğramıştı. Ne yazık ki bu örnekleri de çoğaltmak mümkün, gönül isterdi ki böyle önemli bir konuda işinin ehli sanatkârlarla çalışılsın ama…

İşte ben böyle gördüğüm her şaheserden sonra içten içe düşünüp kurarken geçmişte şöyle bir göz attığım birkaç satır aklıma geldi. Bilenler bilir, edebi dehalarımızdan Nahid Sırrı Örik’in Ankara Yazıları adlı eseri vardır. Orada en çok dikkatimi çeken şey Örik ’in yeni kurulmakta olan, çorak topraklardan yepyeni bir yaşam alanının kurulmaya çalışıldığı Ankara’nın mimarisine yaptığı eleştiriydi. Zihnimde yer ettiği kadarıyla yazar, hiçbir ruhu, estetiği olmayan bu dümdüz, kübizmin alametifarikası yapıları hiç mi hiç beğenmediğiydi. En azından eski Ankara evlerinin yeniden yorumlanarak yapılmasının şehrin dokusunu koruyup yaşatmak anlamında daha doğru bir adım olacağını savunuyordu. Şimdi Çankaya’da Bahçelievler’de gezinirken o dar sokakları iki yandan saran yemyeşil ağaçların oluşturduğu uzun tünel her ne kadar içimi ferahlatsa da sokağı çevreleyen biçimsiz ve eski yapıları gördükçe Nahid Sırrı Örik’in o nokta atışı tespiti ve eleştirisi gelir aklıma ve hak vermeden duramam kendisine.

Geçenlerde bunca yakınmamızın açıklaması olacak nitelikte bir içerikle karşılaştım sosyal medyada. Okur okumaz insanı düşüncelere sevk eden, bana göre ibretlik bir mesaj içeriyordu. İşte o mesaj:

Hani eskiden doğum günü fotoğrafları o ahşap oymalı, annelerimizin en kıymetli porselenlerini sergilediği, fincanların, bibloların parıl parıl parladığı, dantellerle bezeli büyük vitrinin önünde çekilirdi ya, yüzümüzde kocaman gülümsememizle, önümüzde duran çikolatalı pastaya olan iştahımızla, işte artık birçoğumuz aynı görüntünün korunduğu bir evde yaşamıyor doğrusu. O ev, o eşyalar kim bilir kaç kere değiştirilip yenileniyor? Dönemin modasına göre sürekli yenisi alınan eşyalar, yapılar zamanın izini, yaşanmışlıkları birer birer siliyor hafızalarımızdan, geçmişin tanığı o fotoğraflar da olmasa…

Ne dersiniz? Sizce de düşündürücü değil mi?

Farkında ve bilincinde olmamız gereken bir gerçek şu aslında: Gayet derin ve köklü bir tarihe sahip olan güzel Anadolu’muz, medeniyetlerin beşiği olarak anılan bu kadim topraklar çok daha fazla saygıyı ve korunmayı hak etmektedir. Lakin sizce de bizim yaptığımız kadir kıymet bilmezlik değil mi? Hele o tarihi yapılara acımasızca vurulan kepçeler, restorasyon adı altında ortaya çıkartılan estetik ve sanattan yoksun, ruhsuz yapılardan sonra, bunun tersini iddia etmeye hakkımız var mı?

Şunu hiçbir zaman unutmamak lazımdır ki, kendi kültürüne, mimarisine, diline, köklerine sahip çıkmayan milletler asimile olup dünyadan silinmeye ‘‘mahkumdur’’ Tarihini koruyup yaşatan bir millet kendini, kimliğini bilerek geleceğe daha emin adımlarla ilerleyebilir. Mimari eserler bir toplumun tarihinin kanlı canlı ayakta duruşunun en sağlam ve en keskin emareleridir. Ve bu eserlere sahip çıkmak bir milletin atalarına ve gelecek kuşaklara borcudur. Toplumsal hafızayı canlı kılmak adına bir milleti millet yapan özelliklere sıkı sıkıya bağlı kalmak birlik ve bütünlüğün sağlanması için elzemdir. Buradan kendimize çıkaracağımız payı düşünerek sonlandıralım yazımızı. Bize düşen iyi ve bilinçli bir vatandaş olarak tarihimizi doğru kaynaklardan okuyup öğrenmek, vatanımızı yakın çevremizden başlayarak gezip görmek ve en önemlisi kendimize kattığımız ne varsa bizden sonraki kuşaklara da bunların aktarımını sağlamak. Unutmayalım ki tarih bilinci, vatan sevgisi küçük yaşlardan itibaren tohumları atılması gereken ve ancak bu şekilde kalıcılığı sağlanabilecek çok kıymetli değerlerdir. Bizden sonraki emanetçilerimize de bu bilincin kazandırılması değerlerimizin, kültürümüzün ölümsüzlüğünü sağlamak adına çok önemli bir adımdır.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version