Cenneti ve cehennemi merak eder insanoğlu oldu olası. Cennet ne kadar güzeldir bilmem ama cehennemin nasıl bir yer olduğunu tahmin edebiliyorum. Harap olmuş binaların arasında gezerken; oradan oraya acı içinde koşturan insanları, yakınlarının kucağında kan revan içinde ağıtlar eşliğinde taşınanları, bulduğu bir poşete veya bir bez parçasına sevdiklerinin dağılan, parçalanan bedenlerini koyanları görünce cehennemin resmini çizmiştim kafamda.
Bir savaş muhabiri olarak bu görüntüye hiç ama hiç alışamadım. Gördüğüm her şey zihnimin silinmez köşelerine işlenir adeta. Ve hayatımın kalan kısmını bu bilgiyle devam etmek zorunda kalırım. Çok kere sormuşumdur kendime hangisi daha zor, buraya gelip vahşeti dünyaya duyurmak mı, sıcak evinde seyirci kalmak mı? Yıkık, dökük binaların üzerinde başımızda bombalar patlarken yürüyorum şimdi. Bu yıkılmış şehir, sessizce soluk alıp veren bir devi andırıyordu sanki. Caddeler bir kenara atılmış hikâyenin yırtık birer parçası gibi. Yıkılmamış olanlar ise direniyor dünyanın seyirci kaldığı vahşete… Manzara her zaman aynı; şehirler değişiyor, insanlar değişiyor ama ortaya çıkan sonuç hep benzer.
Yanımdaki kameraman arkadaşım Emin’le enkazların arasında ilerlerken şehrin her köşesinde dikili duran irili ufaklı taş bebekler dikkatimizi çekti. Birbirinden farklı bu taş bebeklerin tek ortak noktaları gözlerindeki o boş ve sabit bakışlar bir de dokunsan kırılacakmış gibi parça parça olmuş bedenleriydi. Her biri farklı bir hikâyenin arta kalanıydı sanki. Sonra birden bir bomba düştü biraz uzağımıza. Hemen kendimizi korumaya almak için bir enkazın arkasına sığındık. İlk anda yaşadığımız şok ile donup kalmışız olduğumuz yerde. Emin, “Ferda iyi misin? Bir şeyin yok ya?” dedi hırıltılı çıkan ürkek sessiyle. İçinde bulunduğum, zamanın daha yavaş aktığı ve kapalı fanusun içindeymiş gibi sıkışmış hissettiğim yerden Emin’in sesiyle çıktım. “İyiyim ben, sen nasılsın?” “Daha iyi günlerim olmuştu.” dedi Emin. Sesler kesilip bulunduğumuz noktadan kafamızı kaldırınca, şehrin çeşitli yerlerine dikilmiş taş bebeklerin devrildiğini, bazılarının parçalandığını, bazılarının başka taşlar altında kaldığını gördük. Etrafta bir toz bulutu oluşmuştu. İnsanlar seslerin kesilmesini fırsat bilip daha güvenli yerlere gitmeye çalışıyordu.
Ruhların havada uçtuğunu hissettiğim bu yıkıntılar arasında yankılanan silah sesleri insanlığın unutulmuş ağıtını çalıyordu sözü yok, müziği yok. Ama hepimiz anlıyorduk ne söylendiğini. Toprağın kanla sulandığı, gökyüzünde bile kuşların özgürce uçamadığı bu yerde ağıtları duymak için ne bir kulağa ihtiyaç vardı ne de sese. Gördüğümüz her şey bir ağıdın parçasıydı ve her harfi kalbimize dokunuyordu anlamasak da. Sonra kalabalık bir grubun aynı yöne koştuğunu gördüm.
“Kameran açık mı Emin? Biz de o tarafa gidelim.”
Kalabalığın arkasından ilerlemeye başladık hızlı adımlarla. Sonra insanlar el birliği ile enkazı kaldırmaya çalıştılar. Altında bir kadın vardı yarı baygın, yüzüstü yatar pozisyonda. Sonra ters çevirdiler ve kadının az önce şehrin çeşitli yerlerinde dikilmiş taş bebeklerden bir tanesine sımsıkı sarıldığını gördük. Birbirine kenetlenmiş kollarını açmaya çalıştı bazıları, açamadılar. Kadın inler gibi bir şeyler mırıldandı anlaşılmayan. Vazgeçtiler sonra taş bebeği almaktan, öylece sedyeye koydular kadını kucağındaki o soğuk taşla. Bir anda başka yerden çığlıklar geldi. Nereye yöneleceğimizi şaşırdığımız bir noktadaydık artık. Çığlıklar havada uçuşuyordu sahipsiz. Ağıtları takip ediyorduk adeta. Ardından yine bir bomba sesi, toz bulutları, hemen arkasından gelen kısa süreli bir sessizlik ve çığlığın söze bürünüp vücut bulması.
Emin’le birlikte yaralıların taşındığı hastaneye gittik daha sonra. Yıkımın ortasında, ölümle yaşamın koyun koyuna olduğu bir yerdi burası. Mahşeri bir manzara gibi görünen hastane, insanlığın derin acısını taşıyordu. Ölülerin sessiz feryatlarına, yaralıların iniltileri de eklenince tahammül etmesi çok zor bir görüntü çıkıyordu ortaya.
“Emin burayı iyi çek. Burası insanlığın öldüğü yer.” Emin gördüklerini kayda alırken bense yüreğimin dayanabileceği son noktaya geldiğimi de hissediyordum. Sonra bir köşeye sinmiş önündeki çuvalı sıkıca tutan adam gözüme ilişti. Yanına sokuldum.
“Ben gazeteciyim. Sizin durumunuzu duyurmak için buradayım.”
Adam bir saniye bile olsa bakışını belirlediği o noktadan çevirmedi. Baktığı yöne çevirince başımı, “ACİL” yazan iki kanatlı kapıyı gördüm.
“İçeride yakının mı var? Ailen var mı, neredeler?” Adam yine cevap vermedi. Önündeki çuvalı daha sıkı tuttuğunu gördüm sadece. Başını eğdi. İçinden bir şeyler mırıldandı dua gibi. Konuşmak istemediğini anlayınca uzaklaştım yanından. Kalabalığın arasından biraz ilerleyince az evvel enkaz altından çıkarılan kadını gördüm. Birbirine kenetlenmiş o kollar çözülüp iki yana sarkmıştı. Gözleri yukarıda bir yerlere takılı kalmış, ağzı bir yakarışın son harfini çıkarırken yarım kalmış bir duanın şeklini almıştı. Başında kimse olmadığına göre yaşama ümidini de burada bırakmıştı. Tam arkamı dönüp gidecekken sedyenin sağ alt tarafında kadının sıkıca kavradığı taş bebeği gördüm. Kadının yanı başında küçük bir heykel gibi duruyordu, bir eliyle kadının sarkan bir tutam saçını tutarak. Kucağıma almak için elimi uzatacakken birden hareket etti taş kesilmiş bebek. O sırada bir adam yaklaştı yanıma.
“Annesi öldü, kimi kimsesi yok garibin.” dedi. Tekrar kucağıma almaya yeltendim, o zeytin karası gözlerindeki korkuyu görünce elimi başına götürdüm. Saçlarını okşadım. Elimin sıcaklığından değil biliyorum, savaşa inat yaşattığım sevgiden çözüldü bir anda buzlar. O taş bebek, çocuk oldu tekrar. O iri zeytin gözlerinden yaşlar süzüldü boyundan uzun. Kucağıma aldım,
“Korkma, güvendesin” dedim, henüz güvende olmadığını bile bile. Emin, yanımda her şeyi kameraya alırken kamerayı kendime doğru çevirdim.
“Sizler kendi menfaatleriniz için savaşırken, geride sadece ölenler değil nefes alsa bile bir daha asla gerçek anlamda yaşayamayacak bedenler bırakıyorsunuz. Bakın şu şehrin dört bir köşesine. Her tarafta ruhu çalınmış taş bebekler var. Bir zamanlar cıvıl cıvıl olan bu çocukların yaşasa bile bir daha çocuk olma şansını da elinden aldınız.” Cümlelerim boğazımda düğümlenmişti. Kelimelerim gözyaşlarımda boğuldu. Daha fazla konuşamayacağımı anlayınca kameranın yönünü değiştirdim bir el darbesiyle. İçimdeki isyan ve hissettiğim çaresizlikti bu yakarış. Sonra neden bilmem gözüm az evvel elinde çuvalla bekleyen adamı aradı. Ayağa kalkıp etrafı süzerken adamın sırtına aldığı çuvalla hastaneden çıktığını gördüm. İri yapılı, uzun boylu, buna inat sırtında küçük ama dağ yükü ağırlığında taşıdığı çuvalla gidiyordu ölü misali, kan kokan yıkıntılar arasında. Yürümek denmezdi onunkine, adımları acısını hiçbir zaman unutamayacak olmanın ağırlığını sürüyordu. Sonra birden bir bomba patladı. Bir refleksle yere çöktüm kucağımdaki çocukla. Korku yayılmıştı her yanımıza, karabasan gibi korku çökmüştü üstümüze. Depremi andırırcasına titriyordu kucağımdaki taş bebek. Üzerimize ölümcül bir gölge düşmüştü adeta. Başımı hafifçe kaldırıp baktım bir müddet sonra bomba düşmeden önce baktığım yere. Yerdeki çuvalı ve yanındaki karaltıyı gördüm toz bulutlarının arasından. Bir baba ve çuvalın içindeki taş bebek koyun koyuna yerde yatıyordu, ardında büyük bir acı ama en çok da tüm dünyayı kaplayacak bir utanç bırakarak.
Tanrılar kurban isteyince sunağa götürülen ilk, masum çocuklar olurmuş.
Savaş lordlarının harcadığı eli silah tutmayan siviller oluyor ne yazık ki.
Oynayacakları çok oyun ve oyuncak olacak bu çocukların kurban edilişini çok net anlatmışsınız taş bebekle…