Az önce baktım da aracınızla ters yönde gitmenin cezası 4063 TL olarak güncellenmiş. Ciddi kazaların olmasına yol açabileceği için böyle caydırıcı bir cezanın olması oldukça mantıklı tabii ama zaten her türlü ters yönde gidenler mutlaka cezalandırılırlar. İster yaptıkları hiç kimseye zarar vermesin, isterseniz tam tersi bozuk bir düzeni düzeltmek için olsun, sonuç değişmez.
Peki, “Ters” romanımın ana karakteri de cezalandırılmış mıdır? Tabii ki, hem de en ağır şekilde…
Aslında kitabı yazarken ve hatta basıma hazırlanıncaya kadar geçen süreçte adı hep “Uyanış: Kozadan Kelebeğe”ydi. Ama özellikle de “Uyanış” o kadar fazla kullanılan bir kavramdı ki bizim yayınevinde bile “Uyanış” adında bir kitap vardı. Belki en uyanış hikayesinin benim hikayem olduğunu düşünsem inat ederdim ama gerek yoktu. Sonra yeni ismi ararken kitabın öyküsünün özetini defalarca kendime anlattım ve her anlatışımda en dikkat çekici kelime “Ters” ti. Hele de aklıma kitabın kapağına en azından kitabın adını ve kendi adımı ters olarak yazdırmak gelince ikna oldum.
Şimdi kendi hayatımıza kısaca bir göz atarsak, en çok ne için uğraşıyoruz? Tabii ki önce hayatta kalmak ama sonrasında da nefsimizi biraz körleyebilmek için para kazanmalıyız. Eğer yapabiliyorsak, parayla birlikte biraz da saygınlık kazanırsak gayet başarılı bir hayatımızın olduğunu kabul edebiliriz. Öykümüzün başkahramanı Sarp’ın da ne paraya, ne saygınlığa hatta ne de üne ihtiyacı vardır. Olaylar çok alakasız bir evlilik teklifi ile başlarken, bu başarısız teklif sonrası Sarp, çekildiği inzivada kendi hayatına ve etrafına bir adım geriden bakınca daha ciddi konulara eğilmesi gerektiğinin farkına varmıştır. Hatta kafasındakileri tam olarak gerçekleştirebilmesi için çabasız kazandığı bu sıfatlardan vazgeçmesi gerektiğini de düşünmektedir. Yine de bu hayatına yumuşak bir geçiş yapmak için babasının “Silikon Vadisi’nde değil, sanayi sitesinde” olan fabrikasına bir ar-ge takımı hediye etmeden uzaklaşmaz. Sonradan yaptığı seçimler ise benim kitabı yazmam için en itici gücüm olan final sahnesine ulaştırır. Böylece romantik başlayan hikayemiz, sosyolojik tespitler ile kişisel gelişim ve iş hayatından da teyit geçip polisiyeye doğru yönelip sizi şaşırtarak son bulur.
Hemen sıcak bir itirafta bulunayım. Kahramanımızın şaşaalı hayatından vazgeçip idealist bir hayata yöneldiğinde ne yapması gerektiğini düşünürken gazeteci olarak yapacağı bir haber ile çok büyük başarı kazanabileceğini düşünmüştüm. Bu seçenek kitabı da zamansız kılacaktı. Böyle düşünmüştüm çünkü bizim zamanımıza kadar öyle olagelmişti. Ama kitabın bitişinde sadece 10-15 sene sonra bugün aynı şeyleri düşünemiyorum. Şimdi artık o kadar yoğun bir bilgi bombardımanına tutuluyoruz ki -her ne kadar hala çok fazla saygı duysam da- artık ne gazetecilik eskisi kadar ses getiren ve idealist olunabilen bir meslek ne de ülke gündemimizi uzunca bir süre meşgul edebilecek bir skandal var. Yine de bununla idare edeceğiz artık 😉
Şimdi romanda hafifçe uzaklaşalım ve konuyu kendimize getirirken ters yönde gitmeyi de konfor alanında uzaklaşmak olarak düşünelim. Konfor alanı ne demekti? Kişinin kendini güvende ve rahat hissettiği bir alan olarak tanımlayabiliriz. O zaman çoğumuz kendimizi rahat ve güvende hissediyor muyuz? Alakası bile yok! Belki de en çok bu konularda şikayetçiyiz. Peki, bir şey yapıyor muyuz? Ne münasebet! Eğer yapsak belki bir şeyler değişir ama biz onun yerine siyasilerden, tuttuğumuz takımlardan, belki de izlediğimiz dizilerde ya da okuduğumuz kitaplardaki karakterlerden bu devrimsel hareketleri yapmalarını bekliyoruz. Eğer azıcık bile olsa kıpırdanmıyorsak bu rahatsızız demek değildir, sadece rahat olduğumuzu kabullenememişizdir.
Son zamanlarda yakın çevremin “konfor alanı”nı çok kullanmasının sebebi; çok yakın bir arkadaşımızın aldığımız maaşın neredeyse 4-5 katı bir teklif almasına rağmen kabul etmemesiydi. Şunu belirtmek isterim ki onu kesinlikle eleştirmiyorum, hatta önceliklerini belirleyip ona göre hareket ettiği için kendisini takdir de ediyorum. Peki, önceliklerimiz de bizi tutmuyorsa böyle teklifleri neden alamıyoruz? Sanki artık gerçekten bir şeyler yapmalıyız! Konfor alanı ile öğrenme alanı arasındaki tek alan korku alanıdır ve biz korkunun üzerine gitmedikçe hiçbir şey öğrenemeyiz.
Şimdi de hayatımda sınırlı sayıda konfor alanlarımı terk edişlerimden bahsetmek istiyorum.
İlki, bir yaz tatilinde anketörlük yapmaya başlamamdı. Aslında anketörlük ilanını okuduğumda evde değil, yine başka bir tanıdığın yanında küçük bir çevrede çalışıyordum. Ama okul hayatımın en başından beri bilse de bildiğini söylemekten çekinen bir karakterim vardı. Belki de işimi değiştirmemin asıl nedenlerinden biri buydu –ki zaten para kazanmakla pek bir alakam olmamıştı. Sonuç itibariyle o yaz tatili bittiğinde eğer elinde bir mazeretin varsa hiç tanınmadığın bir insanla konuşabiliyordum. Ayrıca sadece bir tükenmez kullanarak karşı tarafı tavlayabilen adamlarla tanışmıştık. Ve işte şimdi… Sevgili okur çok dikkatli olun zira bu cümlenin gelişine, “ben de onlardan biriyim” diyerek başka öyküler yazmamak için kendimi çok zor tutuyorum. Evet, öyle birisi olmadım ama kendi ifade edecek kadar da sosyalleşmedim desem yalan olur.
İkinci olarak TEGV ile başlayan gönüllülük hayatımın başlangıcını sayabilirim. Ama bunun için biraz daha geriye gitmem gerekiyor. Bizim zamanımızda – yani on-on beş sene öncesinde- KPSS çok da önemli bir sınav değildi. Hatta devlette çalışmaya da hantal bir hayata mahkum oluş olarak bakılıyordu. İşte tam o zamanlar, devlette işe başladığımı ruhen kabullenemediğim için bir lütuf olarak verilmiş boş zamanlarımı değerlendirmek için bir sürü kursa gidiyordum. Bu kurslar İngilizceden başlayıp Almanca ve Rusçaya kadar uzanmıştı. Diğer yandan da web tasarım ve diksiyona kadar devam etmiştim. Fakat tam o yıllarda patlayan ekonomik kriz gözlerin KPSS’ye ve devlet işlerine çevrilmesine sebep olmuştu. Hatta özelde güzel maddi imkanlara sahip olanlar bile devlete geçmeye çalışır olmuştu. Bu gelişmeler sonucu işle ilgili konfor alanımdan çıkmayı belirsiz bir süre ertelemiştim. Bu süre için de kardeşim sayesinde TEGV ile tanışmıştım. Gerekli eğitimleri tamamladıktan sonra derslere girmeye başlamıştım. Ama zaman zaman çekingenliğim nüksediyor ve hiç canımın sıkılmadığı bütün hafta sonumu bilgisayar başında dizi ve film izleyerek geçirme fikri çok çekici geliyordu. Belki de birkaç hafta çekinip derslere devam etmesem belki on yılı geçen gönüllülük hayatım ile birlikte hayatımda en değer verdiğim birçok arkadaş ve hatta kızımın annesi güzel eşim ile tanışmayacaktım.
Ve son olarak da; ilk yazımda da bahsettiğim gibi yıllardır bilgisayarımın içinde saklı kalan belgelerde yer alan öykü ve romanlarımı bastırmak için konfor alanımı terk etmiştim. Bu terk edişimin tam olarak getirisi oldu mu bilmiyorum ama en azından ilk adımımı atarak çıktığım yolun tahminimden çok daha uzun ve getirisinin de düşük olacağını gösterdi. Ve de şu anda sizinle bir iletişime geçmemiz için bir yol açtı ve ben bundan da çok memnunum, siz de memnunsanız yeniden buluşmayı dört gözle bekliyorum.
O zamana kadar, belki de ihtiyacınızın olduğu gibi, “konforsuz alanlar”!