Tıp yoktu, onu Hipokrat buldu.
Ölmüştü, Galen diriltti.
Kördü, Huneyn b. İshak Gözlerini açtı.
Dağınıktı, Ebubekir Razi topladı.
Noksanlarını da İbn Sina tamamladı.
Doğu Dünyasının meşhur sözüdür şu beyitler. Tarih elbette büyük tıpçıları kayıt altına aldı ve günümüze taşıyarak bizlerle tanıştırdı ancak içlerinde biri var ki, kendisi ‘Tıbbın Prensi’ olarak anılıyor, Ortaçağ gibi karanlık bir dönemi Altın Çağa dönüştürüyor.
Eserlerinde İslam tıbbını öyle bir ele alıyor ve sistematik bir hale getiriyor ki, artık başka tıpçıların üzerine koyacağı yeni bir bilgi kalmıyor. Hele bir de kısa adıyla ‘Kanun’ isimli, Avrupa’da 35 kere basılmış bir eseri var ki; Avrupa tıp fakültelerinde önemli bir referans kaynağı olarak görülüyor ve 400 yıl bir ders kitabı olarak okutuluyor! Gelin bu dahi, okul kitaplarımızdan hatırladıklarımızla kalmasın, o mucizevi kişiyi bugün tekrar yad edelim. Yani İbn Sina’yı…
İbn Sina (980-1037) Özbekistan’ın Buhara kentinde doğdu. Üstün zekası küçük yaşlardan itibaren fark edilen alim, hem babası hem de hocaları tarafından titizlikle yetiştirildi. Nitekim İbn Sina henüz çocukken hocası, bu dehanın babasına ‘onu ilimden başka bir işle sakın meşgul etme’ diyecek, ondaki gizli cevheri görecekti. Zaten İbn Sina’da tam 270 eser vererek bu öngörüyü doğrulamış ve Bediüzzaman mertebesine çıkmıştır.
Kendisi 10 yaşında iken Kur’an’ı ezberledi, henüz 18 yaşında sarayda doktor oldu, böylece sarayın kütüphanesinde pek çok yeni bilgiler öğrendi. 21 yaşında ise tabir-i caizse şu anki Profesörlük makamına ulaştı. İlerleyen yıllarda üstün bilgi birikiminden ötürü vezirlik makamına getirildi. Artık hükümdarın en yakın dostu olan Baş Üstad, gündüzleri devlet işleriyle ilgileniyor, geceleri ise talebelerine ders veriyor, felsefi toplantılar düzenliyor ve ilimle hemhal oluyordu.
Ancak kendisi ilerleyen yaşlarında kulunç hastalığına yakalanmış, kendini tedavi etmeye çalıştıysa da tam olarak iyileşememiş ve Hemedan’da 1037 yılında vefat etmiştir.
Yaşadığı çağın en büyük tıp bilgini olması onun üstün zekası, çalışkanlığı ve bilinen hırslı tabiatından ileri gelir. Kendini geliştirmek için yaptığı uzun seyahatler ve hocalarından aldığı ilimlerde gösterdiği iştiyak, bir müddet sonra hocalarını da ilim yönünden gölgede bırakmasına ve namının pek çok bölgede yayılmasına sebep olmuştur.
İbn Sina yalnızca bir tıp bilgini değil, fizikçi, matematikçi, dilbilimci, kimyacı, eczacı, ilahiyatçı, siyasetçi, matematikçi, filozoftur aynı zamanda. Bu yüzden kendisi ‘Eş Şeyhu’r Reis’ yani ‘Baş Üstad’ ve ‘Hekimlerin Hükümdarı’ olarak anılır. Bu bir üstün zeka değil de nedir?
Günümüzde Fransa’daki Paris Üniversitesi girişinde bir resim vardır. Bu resimde sol tarafta Galen, sağ tarafta Hipokrat ve tam ortalarında ‘Avicenna’ lakaplı İbn Sina oturmaktadır. Üstelik başında bir taç ile. Çünkü Avrupalıların da kabul ettiği gibi; kendisi ‘Tıbbın Prensi’dir, ‘Doğu’nun Aristosu’dur.
Kendisini en iyi Nizami-i Aruzi anlatıyor sanırım.“Eğer Hipokrat ve Galen sağ olsalardı, İbn Sina’nın önünde secde etmeleri gerekirdi!”
Ünlü Hipokrat yeminini bilirsiniz. Hani şu Tıp mezuniyetlerinde şahit olduğumuz Hipokrat Yemini. Bu yeminin isim babası olan Yunanlı Hipokrat (460-275), döneminin en iyi tıp bilginlerinden biriydi. Onu döneminde zirveye taşıyan özellik ise, Tıp’ın kaynağını dogmalardan, büyü ve sihirlerden temizleyerek bilimsel temellere oturtması, tedavi ettiği vakaları düzenli olarak kayıt altına alması ve bu kayıtlarda başarı ve başarısızlıklarını belirtmesidir.
Yani tıbbi rapor tutmanın kaynağı Hipokrat’a dayanıyor diyebiliriz. Böylece Tıp bir okul haline geliyor, bir öğrencisi bu yemin metnini hazırlıyor ve öğrencileri de onun adına yemin etmeye başlayarak hocalarına saygıda bulunuyor ve bu gelenek günümüze kadar ulaşıyor.
Hipokrat her ne kadar önemli bir bilim adamı olsa da, şu Paris Üniversitesindeki resmin verdiği mesaja nacizane ben de katılıyorum. İbn Sina gibi bir otorite dururken, sadece Galen ve Hipokrat’ın hocası değil, hekimlerin hükümdarı olarak görülürken, gönül isterdi ki, bu yemin geleneğini Türk motifi ile boyayarak, İbn Sina Yemini olarak devam ettirseydik daha vefalı olmaz mıydık? Türk kökenlerimize şöyle bir yolculuk yapsak, kim bilir altından daha hangi büyüklerimiz, hangi ulu çınarlarımız çıkar ki sürpriz olmasa gerek… İş bu eğitim önce ailelerde başlamalı ki, değinsek konu çok uzar. Değerlerimizi unutmamak, yaşamak ve yaşatmak dileği ile…