Çok uzak bir ülkede kralıyla birlikte göklere kadar uzanan kulede yaşayan bir halk varmış. Bu kulenin en alt tabakasında yaşayan fakir halk, kralı tarafından uygulanan tuhaf bir geleneğe sahiplermiş. Yüz yaşına basan kral, doğan her yeni çocuk için yüz katlı kulesinin en tepesinden aşağı iniyor ve hiç acımadan o küçük parmaklardaki tırnakları kökten söküyormuş. Hiç büyümeye fırsat verilmeden sökülen bu tırnaklar ete küsüyor ve bir daha yerinden çıkmıyormuş. Kral bu nedenle halkına ‘’tırnaksızlar’’ diye hitap edermiş.
Küçük gövdelerine rağmen kocaman gözüken kafalarıyla eksik tırnaklarına aldırış etmeyen halk bir arada mutlu mesut yaşamaya devam edermiş. Gündüzleri yüz katlı kuleyi dip köşe temizler, ormanda buldukları odunları keser, avladıkları hayvanların en etli tarafını krala sunarmış. Akşamları ise yarı aç yarı tok yattıkları halde eğlencelerinden ödün vermezlermiş. Erkekler eline aldıkları gırnatalarıyla ahenkli müzikler çalar, kızlar da o müziklerin büyülü sesleriyle ayaklarını ritme göre hareket ettirirmiş.
Günler, aylar, yıllar bu şekilde birbirini kovalarken çelimsiz doğan bebekler, sökülen tırnakların acısına dayanamadan birer birer can vermeye başlamışlar. Bu zulme dayanamayan bir anne bebeğini krala yem etmemek için bebeğin ölü doğduğunu tüm kuleye duyurmuş. Matem dolu gözlerle ağıt yakan kadının göğsünün derinlerinde heyecan raks etmeye başlamış. Çünkü kulede ilk defa tırnakları uzayan bir bebek büyümekteymiş.
Bebek herkesten gizli kuytu bir köşede gelişimini tamamladığı sırada kralın zulmüyse her geçen gün daha artamaya başlamış. Artık verdiği iki lokma ekmeğe de göz koyar olmuş. Bitkin düşen halk kuleyi düzgün temizleyemediği gibi büyük hayvanları da avlayamaz hale gelmişler. Sevmediği hayvanları yemek zorunda kalan kral ise zayıfladığını düşündüğünden öfke nöbetlerine girmiş.
Ellerinden hiç çıkarmadığı eldivenleriyle kuytu köşede uzayıp serpilen genç delikanlı yapılan bu zulme daha fazla dayanamayarak kralı öldürmeye karar vermiş. Lakin bu çok zormuş. Kulenin her katında nöbet tutan haydutlar bulunuyormuş. Onları alt etmek imkansızmış. Bir akşam kulenin en üst katına bakakalan genç delikanlı uzun tırnaklarını kulenin duvarına sürttüğünde bir şey fark etmiş. Oldukça yumuşak olan duvara çok rahatça tırnaklarını geçirebiliyormuş. O an aklına bir fikir gelmiş. Sonunu düşünmeden tırnaklarını duvara saplamış ve ayaklarından destek alarak kuleye tırmanmaya başlamış. Kan ter içinde yüzüncü kata ulaştığında kralı kuş sütü eksik bir masanın başında yemek yerken bulmuş. Kral daha önce bu katta kimseyi görmediğinden genç delikanlı karşısında donakalmış. Korkudan dizleri üstüne çökmüş ve titrek bir sesle ‘‘Sen buraya nasıl geldin?’’ diye sormuş.
Eldivenleri her daim elinde olan kralın bu sefer elleri çıplakmış ve genç delikanlı görmüş. Kralın parmaklarının ucundaki tırnaklar yerinde ve oldukça bakımlı duruyormuş. Delikanlı bir kendi tırnaklarına bir de kralın tırnaklarına bakmış. ‘‘Ben buraya nasıl geldim biliyor musunuz kralım?’’ Ellerini nispet yaparcasına krala çevirmiş ve parmaklarını hafif bükerek pençe şekline bürümüş. ‘‘Tırnaklarımla kazıyarak geldim.’’
Karşında aslan görmüş gibi korkan ödlek kral, genç delikanlı tarafından hiç acımadan yüzüncü kattan aşağı atılmış. Böylelikle zalim kralından kurtulan halk bayram etmiş ve yeni doğan çocukların tırnaklarına kimse dokunmamış. Çünkü hepsi de aynı şeyi istiyormuş; bütün zorlukların o tırnaklarla aşılmasını.