Pencerenin demir parmaklıklarını çevreleyen sarmaşıklar sevgiyle sarılmışlardı yılların yorgunluğuna. Bitişiğinde bahçenin sağ kanadını kaplayarak yan binadan ayıran kömürlüğün çatısına doğru uzanan sarmaşık gülleri kömürün karasını örtmek istercesine coşkunlukla her yeri ele geçirmiş, kırmızının en koyu tonuyla egemenliğini ilan etmişti. Henüz yenice sararmaya başlayan armutların sallandığı dalların fonunda mavinin canlanıp kanatlandığı bir tonda bu güller ne de hoş bir tablo oluşturuyorlardı! Kömürlüğün asma kilitli kapısının hemen önündeki çardakta sallanan asmanın üzümleri bahçenin bu noktasına pek az düşen güneşin ışığıyla semirip tombullaşmayı bekliyorlardı. Hemen ardında uzanan ve sırasıyla buranın duvarlarını çevreleyen ayva, kayısı, vişne, erik ağaçları dalları ve yapraklarıyla adeta perde oluşturuyor, sanki arkalarında büyülü bir dünyaya açılan bir geçit varmışçasına bir gizemle hafif rüzgârla salınıyorlardı. Öteki komşunun arazisiyle sınır görevi gören ve evin bu tarafını boydan boya kaplayan sarmaşıklar her zamankinden daha emin bir kararlılıkla özgürlüklerini ilan etmiş, bir damla boşluk kalmamacasına bütün çiti ele geçirmişlerdi. Evin sol cephesini kaplayan bu çitlerin önünden geçerek bahçeye uzanan dar yolun hemen çıkışında bu küçük vahayı selamladığınız o ilk noktada yer alan ulu dut ağacı rahmetlinin elleriyle diktiği, huzurlu yuvalarının ilk nişanesiydi. Kökleri tıpkı geçen yıllarla çoğaldıkça çoğalan sevgileri gibi toprağın derinliklerine, dallarıysa göklere ve evin tüm çatısına uzanıyordu. Ve her sene sevgilerinin büyüklüğü ölçüsünde çılgınca meyve veriyordu, öyle ki dut toplama zamanında evdeki büyüklü küçüklü rengârenk leğenlere, bakır kaplara sığmayan kilolarca dutu konu komşudan aldıkları kaplara da doldurmak zorunda kalıyordu.
Zamanın yıpratıcılığına direnen yapı bir çift elin becerisiyle ayakta kalmaya devam ediyordu ne zamandır. Her uyandığı yeni güne bir telaş başlayan koşturmacayla belki de bıkıp usanmadan hayatını kotarmaya çalışan Sevim Hanım yirmi yılı aşkın zamandır tek başına yaşadığı evini, biricik emanetini direngen bir inatla ayakta tutmaya çalışıyordu. Her sabah başlayan temizlik seremonisi, ardından bahçeye çıkıp ağaçların bakımı, küçük bostanına ekilecek, dikilecek veya toplanacak sebzelerin işleri derken bitmek tükenmek bilmeyen bir iştahla yaptığı bu işler onu ruhen de ayakta tutan uğraşlardandı. 1992’nin sıcak bir temmuz günü hayat yoldaşı Mustafa Efendi gözlerini kapadığında dünyaya kendine bir söz vermişti; rahmetlinin kerpicini, tuğlasını elleriyle ördüğü, çatısının kiremitlerini teker teker dizdiği, hatırasını her bir köşedeki emeğiyle nakşettiği bu evi asla bırakmayacak ve hep yaşatacaktı. Hem nasıl bırakabilirdi ki zaten? Bu evden vazgeçmek sevdiği adamdan da onun hatıralarından da vazgeçmekti, her ne kadar o ebediyete göçmüş olsa da burada kalarak hala onun ellerini tutmaya devam ediyordu.
Sabah bahçesine her girdiğinde yüzüne çarpan taze serinliği solurken sağ eliyle dut ağacının kalın gövdesini okşayışı boşuna değildi, o ağaca dokunmak ‘‘ona’’ dokunmaktı aynı zamanda. Onun elinin değdiği, huzurlu varlığından taşan bereketin timsali bu ağaç Mustafa’yla hasret gidermek için bir araç, bir köprü gibiydi. Bir kere onun ruhu girmişti bu ağaca, her sene çılgınca verdiği meyve de bunun bir sonucu değil miydi? Yaşarken ki cömertliği bu ağacın damarlarına da sirayet etmiş, her sene bu yüzden elinde avucunda ne varsa vermiyor muydu?
Yaz güneşinin nazik ışıltıları pencerenin bir köşesinden sarkmakta olan sarmaşıkların yaprakları arasından sızıyor, şampanya rengi odanın içine, duvardaki siyah beyaz bir fotoğrafın üzerine ılık ılık akıyordu. Gümüş çerçevenin içinden, yıllar evvelinden bakan yüz hiç yaşlanmadan öylece duruyordu. Onun çevresinde akıp geçen zaman her şeyi ve herkesi değiştirip farklı yollara savursa da bir tek o aynı yakışıklı yüz ve aynı tazelikle değişmeksizin kalıyordu. Çünkü ölüler hep aynı yaştadır. Kırışıklarla dolu bir elin sahibi her sabahın alışkanlığı olduğu üzere fotoğrafı çerçevesiyle duvardan alıp tozunu silkelerken yüreği cız ederek bu yüze bakmaktan kendini alamıyordu. Yıllar evvel bu şehre ilk geldiklerinde evlendirme dairesine teslim edilmek üzere çekilen vesikalık fotoğrafın büyütülmüş haliydi – okumuş insanın da hali başka oluyordu doğrusu, komşunun üniversiteye giden kızından utana sıkıla rica etmişti de öyle yaptırabilmişti ancak – Fakat ne çok kızıyordu kendine, rahmetliyle yan yana bir tek kare fotoğrafı yoktu. Bir telaş gittikleri fotoğrafçıda utancından bu fikrini dilinin ucuna gelse de söyleyememiş, sonra bir daha da fotoğrafçıya yolları düşmemişti. Elinde kalan bu yegâne hatırayla yetinmek zorunda kalmıştı.
Toz bezini bir kenara bıraktı Sevim Hanım, demir karyolanın kenarına, ak çarşafın ucunda rengârenk parıldayan çiçek ve yapraklarla bezeli el emeği göz nurunun yere kadar uzandığı o yere siyahlar yeşiller içinde tünemiş bir kuş gibi oturdu, fotoğrafa dalıp gitti, yıllar evvele, çok uzaklara, belki de onu ilk gördüğü güne. Hani derler ya insan nasibini görünce hemen anlarmış, Sevim Hanım da tıpkı öyle Mustafa’yı görünce anlamıştı. Gel dese geleceği, elini uzatsa tutmaktan geri durmayacağı adam oydu. Köyün bu hem öksüz hem de yetim çocuğu, ömrü bin bir çilelerle geçmiş, köksüz varlığı öylece başıboş salınırken hayatta, gelmiş Sevim’ in sevgi ve güç dolu topraklarında canlanmış, yaşama yeniden umutla bağlanmasına vesile olmuştu.
Öksüzü kim sever? Sevim’in babası Mehmet Efendi de sevmemişti damadını, fakat tarla tapanda, bağda bahçede faydası olur diye yine de içgüveyi almayı kabul etmişti, işler görülsündü yeter ki, sevmeye gelince ona yabancı duyguydu. Adamın azarlarıyla, durmaksızın iş üretmesiyle iki dakika boş anı olmayan genç sevgililer birbirlerini görmeye aynı evin içinde yaşamalarına rağmen fırsat bulamıyorlardı neredeyse. Biri pulluğun üzerindeyse öteki sabanın başında, biri ekin biçiyorsa öteki deste yapmakla meşguldü. Ahır işleri ve hayvanların beslenmesi, tımarı da cabası. Korkmuştu Sevim, her ne kadar içine doğup büyüdüğü bu köy yaşantısını bilse de sevdiği adamla hayatları hep böyle mi geçecekti, birbirlerini tanıyamadan, anlayamadan, sevgilerinin huzurunu yaşayamadan… Sevim’in içten endişelerine kulak veren Tanrı onların kaderini bambaşka bir şekilde çizecekti, Anadolu’nun bir köşesindeki dağ köyünden Ankara’ya uzanan bir yolculuktu bu. Bu yolculuk çetindi tabii, öyle kolay gelmeyecekti mutlu günler. Mehmet Efendi’nin engellemelerine rağmen Sevim kararlıydı, Mustafa da isterse onunla her yere gitmeye hazırdı.
60’ların başında henüz gelmişlerdi başkente, ellerinde iki tahta bavul, yüreklerinde yeni hayatlarına karşı besledikleri umutlarla. Burada da hayat gailesiyle çalışma olacaktı elbet, zaten çalışmaktan da kaçmıyorlardı, onlar bu uzak yerde kendi küçük hayatlarını kurmaya ve birbirlerini doyasıya sevebilmeye niyetlenmişlerdi. Mustafa’nın asker arkadaşı vasıtasıyla bulduğu hastanede hademelik işi onları geçindirmeye hayli hayli yetiyordu. Ellerine geçeni kendilerine yeni bir hayat, yeni bir yuva kurmak için harcamışlardı. İşten arta kalan zamanda evin yapımıyla ilgilenen iki yoldaş, Sevim Hanım’ın şimdi içinde yaşlanmakta olduğu bu yuvayı elleriyle kurmuş, harcına da sevgi, sabır, alın teri katmışlardı. Uzun yılların ardından nihayet tamamlayabildikleri yuvalarında ağız tadıyla oturabildikleri günler de gelip çatmıştı sonunda. Sevim babasının ırgatı, doğal kölesi olmaktansa kutu gibi evinin hanımı olmayı daha çok sevmişti. Kocası gelene kadar evi çekip çeviriyor, işleri yoluna koyuyor, akşam iş çıkışı manavdan, bakkaldan aldıklarıyla eli kolu dolu gelen kocasını güler yüzle karşılıyordu. Sevginin en saf halini yaşadıkları yuvalarında sükûnet ve huzur içinde geçip gitmişti günler. Ta ki Mustafa’nın aniden ortaya çıkan o amansız hastalığına kadar. Bir gün iş dönüşü feci bir mide ağrısıyla cebelleşmişti, ilaç da içse, bitki çayları da içse kâr etmeyen bir ağrı. O günden sonra devam eden ve git gide şiddetini arttıran ağrılar eşliğinde yemeden içmeden kesilmiş, yüzündeki canlılık günden güne solmaya başlamıştı. Öyle ki çalışmak bile güç bir iş haline gelmişti. Nihayet bin bir ısrarla doktorun kapısını çaldıklarında – Mustafa doktora gitmeyi hiç sevmezdi – almışlardı acı haberi. Doktor mide kanseri teşhisi koyduğunda henüz yirmi beş yaşındaydı Mustafa. Ama umudunuzu hemen kesmeyin, demişti doktor, bir ameliyat edelim hele, bakarsınız gençliğinin verdiği güçle yaşama tutunur tekrar. Doktora güvenmişler ve ameliyat teklifini kabul etmişlerdi, hem nasıl etmeyeceklerdi ki, haftalardır acılar içinde kıvranırken ve bir lokma bir şeyi yemek bile eziyete dönüşmüşken? İyileşecek ümidiyle yattığı sedyeden bir daha kalkamamıştı Mustafa, ameliyat sonrası sağlığı daha da kötüye gitmiş, yatakta geçen bir ayın sonunda acılar içinde hayata gözlerini yummuştu. Sevim Hanım o son günleri, şu anda üzerinde oturmakta olduğu bu döşekte olanları, kocasının son nefesini verişini tekrar anımsayınca içi bir tuhaf oldu, gözleri doldu, boğazını sıkan görünmez bir pençe ondaki geçmiş duyguların canlanışıyla her seferinde daha güçleniyordu.
Sokak kapısından çıkıp kara lastikleriyle adımladı patika yolu, dut ağacını her zamanki gibi selamladı, nasırlı parmakları en az ağacın kabuğu kadar sertti. Ona diktiği hasret dolu bakışlarını ağacın kalın gövdesinde, dallarında oradan da yapraklarında, yaprakların hafif rüzgârla oynaşmasında gezdirdi, güneşin ışığı maviliğe saçılmış altın ışıltılarını andıran yaprakları parıldatıyor, bu görüntü içine usul usul bir sükûnetin akışını sağlarken, onunla birlikte amansız duyguların varlığını sardığını hissediyordu. Ağacın dibindeki taşa çömeliverdi tombul vücuduna, romatizmalı bacaklarına aldırmadan, sırtını yılların güveniyle dayadı gövdesine, ‘‘He ya Mustafa’m, sen gideli bugün tam otuz yıl oldu, otuz yıl… Seninle birlikte benim de kabre girip öldüğüm yılın dönümü gelip çattı. Ne çabuk geçiyo zaman hayret ediyom. Biliyon mu, sen gittiğinden beri bir yanım öyle boş öyle yalınız ki… Sen olsan böyle olu muydu hiç? Olu muydu…’’ boğazındaki pençe iyiden iyiye baskıyı arttırmış, acıdan gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Sonra ağacın altındaki yeşilliğin üzerine uzanıverdi: ‘‘Biliyon mu, günah yazmasın Mevlam ama her gün dua ediyom beni unutmasın, beni de senin yanına alsın deyi…’’ Gözlerini kapayıp bir mucize bekledi, sanki Yaradan onu katına alacaktı o anda, artık zamanı gelmişti. İçini bir ürperti kapladı, hafifçe esen rüzgârın yüzünde gezinişini, yemenisinin ucundaki oyaları oynatışını duydu, ölüm meleği geliyor olmalıydı, otuz yıl önce bugün emanetini almaya gelen melek burada bir faninin daha yaşadığını, üstelik sevdiğinin hasretiyle tükenen bir faninin yaşadığını anımsayıp son bir ziyaret daha yapmaya karar vermişti belki, bu ürpertinin sebebi ne olabilirdi başka? Sonra ağacın dallarından savrulan birkaç yaprak üzerine düşüverdi. Bir mucize denebilir miydi buna? Yaz ortasında ağacın tazecik yaprağı düşer miydi öyle kendiliğinden? Gözlerini açtı, yüzüne konan iki yaprağı aldı eline, Mustafa’nın parmaklarıydı sanki gözyaşlarını silen, ‘‘Oralardan da yetişiyon demek bana Mustafa’m, gözel yüreklim…’’
Bekledikçe bekledi fakat umduğu mucize gerçekleşmedi. Zar zor toparlayıp kendini ayağa kalktı, önce bahçenin her bir köşesinde sonra ağacın arkasında yükselen evin duvarları ve pencerelerinde gezindi bakışları. ‘’Mevlam böğün de beni unuttu herhalda.’’ Yüreğindeki ağırlığı da sırtlanarak sürüklediği adımlarıyla evinin yolunu tuttu.
N’olsun, onu bekleyen işe güce sığınacaktı tekrar, yapılacak işleri düşünmekle geçen günlerde yüreğinin kuytularında fokurdamakta olan hüznü kovalayacaktı gün boyu, kapısını çalan konu komşuyla selamlaşacak, güler yüzle sohbet edecek, bir ihtiyaçları varsa giderecek, kapının önünden traktörüyle geçen manavdan öteberi alacak, koşar adım bakkala, ayda bir kasaba gidip gelecek, akşam olup da sokaktan mahalleli elini eteğini çektiğinde, o dayanılmaz sessizlik her yeri kapladığında bütün gün bastırmaya çalıştığı fokurdamalar artık gün yüzüne çıkacak, hükmünü bütün yakıcılığıyla sürdürecekti. Sonra kapısını kapayıp kendi kabuğuna çekilecek, dünyanın telaşından uzak ruhunun feryadıyla baş başa kalacaktı. Arada bir dışarıdaki hayatın varlığından haberdar olabilmek için kafasını kabuğundan çıkaran bir kaplumbağa gibiydi, hayattan ve onun bilinmezliğine kapılıp gitmekten, gücünü kat kat aşan türlü çeşit sınamalarında yenilmekten korktuğundan kafasını dışarı çıkarmanın ötesine geçemiyordu. Mustafa’ sız bütün bunların üstesinden gelemeyeceği inancıyla evinin dört duvarı ve bahçesinden başka hayat bilmediğinden o gittikten sonra dışarısı korkulu düşlerle dolu bir evrene dönüşmüştü.
Bütün günün koşturmacası bitip de akşam vakti geldiğinde boşluğa düşüyordu adeta, ak pak parıldayan evine bakıp yapacak bir iş bulamadığında tekrar bahçeye çıkıyor, etrafı kolaçan edip orada da her şeyin yolunda olduğunu görünce mecbur yine eve giriyordu. Beyaza boyalı ahşap sokak kapısını kapattığında temiz havayla birlikte dışarda kalan yaşamın taze nefesi yerini içeride bir ölünün hatıralarına, onun yılların içinden gelip hükmünü sürdürdüğü varlığına bırakıyordu. Hayaleti hala evin içinde geziniyor, aynı sofraya bağdaş kurup oturuyordu. Küçük oturağına oturup huşu içinde abdestini alırken, musluktan akan su ellerinden dirseklerine akarken, ıslak elleri ensesinde gezinip başına değdiğinde onları sadece temizlemekle kalmıyor, ruhunu büyük bir adayışla geçecek sürece de hazırlıyordu. İbadetle geçen saatler sonrası biraz olsun soluk alabiliyordu yüreği, rahmetin içini yakan yangını usul usul yok edişini Yaratıcı’nın dualarını kabul etmiş olabileceğine yoruyordu. Kendisine adeta görev edindiği benliğine ilmek ilmek işlendiği o malum duyguyu, ‘‘yas’’ını en rahat yaşadığı saatlerde ellerini göğe açıp tombul vücudunu usul usul oynatarak huşu içinde, kımıl kımıl dudaklarıyla bitmek bilmeyen dualar okur, rahmetlinin yaşarken çektiği cefaların bari ebedi âlemde son bulması için Tanrı’ya yalvarırdı, ta ki yorgunluktan elinde tespihi bir köşede uyuyakalana dek…
Sevgili, kıymetli merve.
Tam benim ruhum, canım, varlığım, yaşantım olan Biricik, kıymetli, çok sevdiğim Ailemi noktasına kadar işlemiş, konu edilmiş, geçmişi yaşayarak duygusallık, sevgi, bağlılık öne çıkıp, hatıralarım canlandı.
O güzel yüreğine, kalemine, vücuduna sağlık.
Burada, anılarım, hatıralarım, Büyüklerimin emek ve yaşantıları, hatıraları, zorluk içinde yaşanan hayatların Aile bireylerin birlik olunca tüm zorlukları aşabileceği, bahsedilen konuda vurgu, benzetme, akıcılık, sürekleyicilik olup, Ailenin geçmişi ve yaşantılarının, anıların yaz elenmesi, Aile büyüklerinin varlığını yaşarlarken hissederek, değer verme, sevgi ile bağlanma Ana fikir olarak değerlendirilip, Aile bireylerinin birlikte, güven ve Mutluluk içinde daha uzun süre yaşamlarını devam ettirerek geride kalan çocuklarlarına iyi bir ahlak davranışı, dürüstlük vb. Örnekleri ile çok değerli bir miras bırakmışlardır.
Değerli, kıymetli merve ciğim
Emeğine, gönlüne, kalemine, duygu na, vücuduna sağlik diyerek, ayrıca bu yazınızda bana Ailemi, geçmişini, hatıralarımı yaşattıgın içinde çok teşekkür ederim.
Diğer yazı ve konu anlatımlarınızda ve verdiğiniz, vereceğiniz üslup, duygu, mesajlararınızda Başarınızın
Devamını diliyor ve tebrik ediyorum.
Çok teşekkür ederim. Beğenmenize çok mutlu oldum. 🙏🥰