Son yıllarda eğitim sistemiyle ilgili konuşmalar neredeyse her ortamda dönüyor. Belki siz de bir veli, öğretmen ya da öğrenci olarak bu tartışmaların içindesiniz. İşin garibi, herkesin hemfikir olduğu bir şey var: Eğitim sistemi iyi gitmiyor. Ama ne yapılması gerektiği sorulduğunda, işte orada büyük bir sessizlik başlıyor.
Şimdi açık konuşalım. Eğitim sistemimiz sınav odaklı bir yapıya sıkışıp kalmış durumda. Herkesin dilinde “sınav stresi” var. Ama kimse “Bu kadar sınavla nereye gidiyoruz?” diye sormuyor. Çocuklarımızı 8-10 yaşından itibaren bir yarışın içine sokuyoruz. Onların hayalleri, yetenekleri, ilgileri… Bunların pek bir önemi kalmıyor. Çünkü sistem, başarıyı sadece sayısal puanlarla ölçüyor.
Daha da kötüsü, bu sınav odaklı yapı yüzünden çocuklarımız öğrenmenin zevkini kaybediyor. Bilginin bir değer olarak değil, sadece bir test sorusunun cevabı olarak görüldüğü bir sistemde, yaratıcı düşünce nasıl gelişebilir? Ezberci yöntemlerle başarı sağlanmaya çalışılıyor ama çocuklar sadece birer “robot” haline geliyor. Mezun olduktan sonra çoğu, gerçek hayatta öğrendiklerini kullanmakta zorlanıyor. O zaman şu soruyu sormak gerekiyor: Biz aslında çocuklarımıza ne öğretiyoruz?
Bu durum sadece öğrencileri değil, öğretmenleri de etkiliyor. Öğretmenlik, eskiden çok kutsal bir meslek olarak görülürdü. Şimdi ise öğretmenler üzerindeki baskı, sürekli değişen müfredatlar ve bitmek bilmeyen yönetmeliklerle mesleğin anlamı sorgulanır hale geldi. “Sadece sınav kazandıran öğretmen” olmak gibi dar bir role hapsediliyorlar. Halbuki öğretmenlik bundan çok daha fazlasını ifade etmeli. Öğretmenler, çocuklara hayat boyu ilham verebilecek rehberler olmalı. Ama bu sistemin içinde onların da hareket alanı giderek daralıyor.
Peki ya aileler? Onlar da bu yarışın bir parçası olmaya zorlanıyor. Çocuklarının bir yerlere gelebilmesi için büyük fedakarlıklar yapıyorlar. Ama bu çaba her zaman karşılığını buluyor mu? Maalesef hayır. Birçoğumuz şunu çok iyi biliyoruz: Türkiye’de iyi bir eğitim almak artık bir ayrıcalık meselesi haline geldi. Bu da fırsat eşitliği kavramını neredeyse yok ediyor. Özel okullar, dershaneler, özel dersler… Bunlar olmadan eğitimde başarı sağlamak neredeyse imkansız hale geldi. Devlet okulları ise ne yazık ki bu yarışta çoğu zaman geride kalıyor.
Bir diğer önemli sorun ise meslek eğitimine verilen önem. Herkesin doktor, mühendis ya da avukat olmasını bekliyoruz. Ama hayat, bu mesleklerden ibaret değil. Sanat, spor, zanaat gibi alanlara yönelmek isteyen gençlerimiz ya toplumdan ya da sistemden dışlanıyor. Halbuki ülkelerin kalkınmasında her meslek grubunun önemi büyük. Ama biz, “prestij” adı altında belli mesleklere yönelmeyi teşvik ediyor ve geri kalanını görmezden geliyoruz.
Eğitim sisteminin gerçek bir değişime ihtiyacı var. Ama bu değişim, sadece sınav sistemini yenilemekle olmaz. Çocuklarımızın birey olarak değer gördüğü, sadece test çözmek değil, hayatı anlamak için de eğitim aldığı bir sistem inşa etmek zorundayız. Eğitim, sadece iş bulmak için bir araç değil; insanın kendini gerçekleştirmesi için bir süreç olmalı. Bunun yolu da herkesin elini taşın altına koymasından geçiyor.
Şu an karamsar bir tablo çiziyor gibi görünebilirim. Ama değişim mümkün. Belki küçük adımlarla, belki de büyük reformlarla. Önemli olan, eğitimi her şeyin merkezine koyan bir anlayışı benimsemek. Çünkü eğitim, sadece bugünü değil, geleceği de şekillendirecek ve gelecek nesillere ışık tutacak bir olgu olduğunu insanlığın her döneminde gözler önüne seriyor.