Dertliyim be canım kardeşim. De ki derdin ne? Sor, sor ki anlatayım…
Öğretmendim. Ah bu mesleği bir bilsen ne yamandır. Her mesleğin zorluğu vardır tabi. İnşaatçı vardır, tuğlayı üst üste dizer bina yapar. Doktor hayat kurtarır. İşçi zindandan kara madene girer, elinde kazma sabah eder… Bir de öğretmen vardır, dimağları biçimlendirir; yüreğine dokunur çocuğun. Toplumu oluşturan bireyleri ilmek ilmek dokur. Ben de elimden geldiğince cehaletle mücadele ettim. Ağrı Dağı’nın eteğinde, en doğuda, çoban çocuklarıyla; Karadeniz’in kenarında uşaklarla, Ege’de çiftçi çocuklarıyla otuz senemi bitirdim. Şimdi emekliyim, sakalım uzun, dişlerim yarım, saçlarım ak; sol ayağım da düşük gezerim, yarı topal. Eh otuz sene ayakta durmuşum, vücut da artık otur yerine dedi. Neyse canım kardeşim, bu otuz senede neler gördü bu gözler neler! Farklı bölgelerde türlü insanlar, türlü hikayeler, türlü yaşamlar… Kimi üzdü, kimi güldürdü, kimi isyan ettirdi, kimi de düşündürdü. Şimdi sana bu otuz senemi anlatsam uzun tutar ama dertliyim dedim ya, hah işte dur, sana derdimi anlatayım, canım kardeşim. Kitap okumayı severim, kitapların meydana gelişindeki doğum sancısından daha derin ve uzun süreli sızılar da bilirim. Adam sen de diyerek hem verdiğin paraya hem okumaya harcadığın zamana acıyarak kenara koyduğun en kötü diyebileceğin bir kitabın bile verilen emeklerin en kutsalı olduğuna inanırım. Her harfinin, her kelimesinin, her cümlesinin nasıl ince süzgeçlerden geçip de kağıda döküldüğünü hissederim. Şimdi diyeceksin ki of amma da övdün kendini, anladık okumuşsun işte. Yok be canım kardeşim, ben daha ciltlerce kitap içinde boynu bükük bir harf bile değilim. Ben dertliyim, bu otuz senede ülkelerin, medeniyetlerin bel kemiği olan eğitimin olmazsa olmazı, en önemli unsuru, onlarca meslektaşım oldu. Onları hep okumaya yazmaya iteledim. “Hiç kitap okumadım” dedi bazısı, yüreğim parçalandı. Kimisi de; “Bir tane okumuştum lisede, yok galiba üniversitede” dedi, şakağıma kurşun yedim sanki. Kimi de; “Yav ben bir başına bir sonuna bakıyorum, anlıyorum zaten” dedi; dediler dediler… “Hocam fazla kitap okuma, kafan karışır” diyeni duydum; isyan ettim. Ah canım kardeşim, öğretmen bunlar öğretmen! Hani şu eskiden herkesin görünce ayağa kalktığı, ceketinin iki yakasını eliyle birleştirerek eğilip selam verdiği, şimdilerde pek de sevip saymadığı öğretmen. Öğretmeni böyle olan toplumu var sen hesap et. Mevlana’yı, Yunus’u, Bayburtlu Zihni’yi bilmeden muhafazakar; Pir Sultan’ı Şeyh Bedreddin’i Nazım’ı bilmeden de sosyal demokrat olur. Eh böyle bir toplumun aklını kiralamak, onu peşine takmak, sırtına binmek, anasını ağlatmak da pek kolay olur. Şimdi diyeceksin vah başımıza gelenler, biz çocuğumuzu kimlere emanet ediyormuşuz! O kadar da panik yapma yine de tüm bunların aksine gelişimin ve ilerlemenin insanlığın ortak ve sonsuz mirası olan kitaplardan geçtiğini düşünenler de yok değil. Öyle ya bu devletin, kısacık ve savaşlarla dolu yaşamına rağmen üç binden fazla kitap okuyan bir şahsiyetin beyniyle kurulduğunu bilen öğretmenler de var. Diyeceğim o ki canım kardeşim, sen ümidini yine de kaybetme. Dinle bak şimdi sana ümidini artıracak bir hikaye anlatacağım.
Eğitim öğretim yılının son günleriydi. Bizim okullarda adettendir, son günler gelip çattı mı ne öğrencinin ne de öğretmenin canı ders ister. Hem öğretmenler hem öğrenciler türlü bahanelerle dersi savsaklayıp zaman öldürürler. Ben de sınıfın yarısı olmadığından bir iki şiir veya öykü okurum bu şekilde vakit geçiririz diye elimde iki öykü, bir de şiir kitabıyla derse girdim. Kitaplar Tolstoy İnsan Ne İle yaşar, Sabahattin Ali Sırça Köşk ve yine Sabahattin Ali’nin tüm şiirlerinin bir araya toplanmış olduğu bir şiir kitabıydı. Klasik bir sınıfa giriş hareketinden sonra öykü kitaplarını masanın üzerine bırakıp şiir kitabını açtım, hani şu bestelenmiş şarkılarını dinleyip de kimin yazdığını bilmediğimiz şiirlerin olduğu kitabı… İçinden bir şiir okudum, öğrencilerimden biri: “A, öğretmenim ben bunun şarkısını duymuştum.” dedi. Evet diyerek memnuniyetle onaylandıktan sonra başka bir şiir daha okudum. Bu sefer başka bir öğrencim “Bunun da şarkısı var, öğretmenim.” dedi. Evet diyerek devam ettim “Çocuklar, dinlemiş olduğunuz şarkılar, türküler aslında ilk başta şairlerin yazdığı birer şiirdir; sonradan bu şiirler bestelenir şarkı olur.” dedim. Çocuklar yeni öğrendikleri bu ayrıntıya şaşırmışlardı, ben onların bilmemesine çok da şaşırmadım, çünkü eğlencelerine meze yaptıkları şarkıların kimler tarafından yazıldığını bilmeyen o kadar çok insan var ki!
Dersin ortalarına doğru bir öğrencim de bu kitaptan bir şiir okumak istediğini söyledi, çok da alışık olmadığım bu istek beni fazlasıyla mutlu ettiğinden midir yoksa dalgınlığıma mı geldiğindendir bilmiyorum; o güne kadar hiç yapmadığım bir şey yaparak kitabı arka sıralarda oturan öğrencime doğru fırlatmak için hamle yaptım. Öğrencim elini ergen yaş grubu çocuklarına özgü bir şekilde hızlı ve telaşlı bir şekilde sallayarak kitabı atmamam konusunda beni ikaz etti. Bu tepkinin ardından yaptığıma inanmadığım bu büyük hatayı fark ettiğim anda kitap baş ve işaret parmağımın arasında sıkıca tutulu vaziyette elim havada asılı kaldı. Elimi yavaş yavaş aşağı indirdiğim anda kitabın kapağının üzerindeki Sabahattin Ali resmiyle göz göze geldim. Aklımdan bu kısacık zaman diliminde neler geçmedi ki? Beynimde şimşekler çalıyordu, bu duygu yoğunluğunu iyice artırmak istediğimden kitabı tekrar sert bir hareketle atıyormuş gibi yaptım. Bu defa tüm sınıf benden hiç beklemedikleri bu harekete hayretler içinde karşı çıkarak beni uyarmaya devam ettiler. Kitabın kapağındaki resme tekrar bakıp yine düşüncelere daldım. Uzun süre sessiz ve hareketsiz kaldığımdan sınıf da hiç kıpırdamayan göl suyu gibi dingin bana bakıyordu. Diğer elimle kitabın üzerindeki gözlüklü, yuvarlak yüzlü, masum ve sevecen bakışlı adamın resmini okşadıktan sonra sakin adımlarla arka sıradaki öğrencimin yanına yaklaşıp saçlarına dokundum, yanaklarını sevdim. Kitabı usulca sıranın üzerine bırakıp konuşmaya başladım: “Çocuklar biliyor musunuz? Sabahattin Ali çok büyük bir şair ve yazardı. Şiirleri, öyküleri, romanları ile bizlere her zaman aşkı, sevgiyi, emeği, memleketi anlatmış. Genç yaşta öldürülmeseydi kim bilir edebiyatımıza daha nice eserler verecekti.” dedim. Öğrencilerimden birisi hiddetli bir sesle: “Öldürüldü mü? Neden?” diyerek tepki gösterdi. Devam ettim: “Evet, öldürüldü altmış yıl sonra bugün hiçbir sakınca görülmeden sevilerek okunan ve binlerce baskısı yapılan şiirleri ve yazıları nedeniyle sürekli tehditler alıyormuş. Bu tehditlerden bunalan ve öldürüleceğini anlayan Sabahattin Ali, daha yazacak çok yazım, anlatacak çok düşüncelerim var diyerek büyük bir aşkla bağlı olduğu memleketinden kaçmaya çalışırken kaçmasına yardım eden kişi tarafından öldürülüp bir yere atılmış.” dedim. Öğrenciler üzgün fakat onun yüzlerce katı kadar sinirli gözlerle bana bakıyordu. Hepsinin aklından ayrı ayrı anlam veremediği sorular geçtiği çok belliydi.