Hava buz gibi soğuk. Aylardan Aralık, kar yağmasa bile ayaz insanın içine içine işlercesine ürpertiyor. Ümmü Gülsüm çocuğundan zorla ayrılıp kolundan üzerinde montu bile olmadan dışarıya atılmayı hak edecek ne yaptı? Hiç hiçbir şey. Sadece hakkı olan insanca yaşayabilmek özgürlüğüne kavuşma isteği, onu bu durumlara düşürdü. Zalim dünya derler ya dünyada sahipsiz, mazlum kim varsa ezilmeye, incitilmeye mahkum. Bunların hepsi imtihan sahipsizlerin sahibi mutlaka acı çekenlerin ödülünü verecek, çektirenlerin bedelini de tıpkı onların yaptıkları gibi acımasızca ödetecektir. La galibe illallah!
Ümmü Gülsüm Adana’da kalp hastası olarak doğan bir bebekti. Annesi bir Türk, babası siyahi Afrika kökenli biriydi. Doktorlar onun için 40 gün bile yaşamaz dediler; fakat o 46 yıl yaşadı.
Babasını çok severdi; o da tıpkı babası gibi siyahiydi .Babası işten gelince onunla oyunlar oynar üzerine titrerdi. Onun böylesine sevildiği, el üstünde tutulduğu zamanlar çok uzun sürmedi. Babası vefat etti. Annesi de bir süre sonra evlendi. Üvey babası çok kötü davranıyordu. Okul hayatı da uzun sürmedi. 14 yaşına geldiğinde fikrini bile sormadan ilk isteyene verdiler. Kocası alkolik ve kumarbaz biriydi. Her seferinde bu hasta narin kalpli kadını incitiyor, dövüyordu. Eşinin ailesi de ona hiç sahip çıkmadılar. Oğlum dönüyorsa hak ediyordur diyen çirkin bir zihniyet. Kendini ispatlamak için çok uğraşsa da işlerine geldiği gibi anlamak isteyen insanlar için bu çaba nafile bir zaman harcamasından ileri gidemezdi. Artık sabredecek takati da kalmamıştı. Tek dayanağı çocuğuydu…
– Artık karar verdim. Onunla konuşmalıyım. Bu acı veren evlilik sona ermeli. Bu eziyetin mutlaka bir sonu olmalı, diyerek evdeki işlerini yaparken aynı zamanda da söyleniyordu.
Hava kararmış akşam olmuştu bile o çocuğuyla yemeğini yedi .Oyun oynadılar bulaşıkları da yıkadıktan sonra çocuğunu yatırdı. Kocası elinde bir poşet dolusu alkol şişesiyle kapıyı çaldı.
– Aç şu kapıyı be kadın. Kabaca ve çirkince bir tavırla. Ümmü Gülsüm her zamanki naif ses tonuyla ürkerek “açıyorum” diyebildi.
– Bir saattir kocanı kapıda bekletmeye utanmıyor musun? deyip ilk tokadını attı.
– Daha sofram hazır değil mi? sözünün üzerine de ikinci tokadını da attı.
Ümmü Gülsüm’ü saçma sapan bir bahane bulup dövmediği günler çok azdı. Böyle bir yaşamın dayanılabilecek bir yanı kalmamıştı. Ne yapsaydı ?sahip çıkan bir ailesi başını sokabileceği bir çatısı yoktu ki yalnız olsaydı bir nebze bir yerlere sığabilirdi ama küçük bir çocukla gidebilecek hiçbir yer yoktu. Yine de bir çıkış olmalıydı.
Sofrayı hazırladı, o da oturdu sofraya ilk kez, kocası kafasını kaldırıp şaşkın gözlerle ona baktı.
– Seninle konuşmak istediğim bir konu var.
Kocası:
– Neymiş derdin? Söyle de kalk git masamdan!
Ümmü Gülsüm içini çekti. Derin bir nefes aldı korkuyordu. İçinden en fazla ne olabilir ki döver, söver diye düşündü.
– Şey… Ben, ben dayanamıyorum, çocuğumu alıp gitmek istiyorum; sen de rahat edersin. Boşanalım, anlaşamıyoruz da zaten, bir iş bulup çocuğuma da bakarım.
Şok olmuşçasına sesini çıkarmadan onu dinleyen kocası masanın örtüsünü bir hışımla çekerek masada ne varsa yere vurdu.
– Sen ne söylediğinin farkında mısın be kadın!
Kolundan tuttuğu gibi dışarı fırlattı.
– Kimin çocuğunu alıp gidiyorsun bir daha ömür boyu çocuğunun yüzünü göremeyeceksin!!!
Ümmü Gülsüm ağladı, kocasının ayaklarına kapandı.
– Ne olur beni yavrumdan ayırma, o olmadan ben nasıl yaşarım!!!
Kocası ayağını tekmeleyerek merdivenin basamaklarından yuvarladı kadıncağızı. Kadın ama çocuk kadın belki 18 ya da en fazla 20 yaşlarında. Kalp hastası biri olarak çok zor bir doğum yapmış ve bir daha çocuk doğurursa kesin ölürsün denmiş. Dünyada yavrusundan başka arkadaşı bile yok. Evin dışına çıkmasına arkadaş edinmesine eşi de eşinin ailesi de izin vermemiş. Sabaha kadar çaresizce soğukta ama yavrusunun ağlama seslerinden soğuğu bile hissedemiyor. Ağlamaktan sesi kısılıp merdivenin bir köşesinde gözlerini bile kırpmadan öylece bekliyor belki kocası olacak zalim bir nebze insafa gelir diye; boş bir umuttan ötesi değil onun düşüncesi. Sabah olunca kocası çocuğu alıp evden götürüyor. Onu buraya tekrar gelmemesi için tehdit ediyor.
Ümmü Gülsüm:
– Ne olur ver onu bana, ayırma beni yavrumdan.
Bir yandan oğlu, bir yandan o sesler birbirine karışıyor. Takati kalmayan ve ümitleri sönen kadın istenmediğini bilse de çaresizce annesinin evine doğru kilometrelerce yürüyerek gitti ve hiçbir şey söylemeden ilk bulduğu yere kıvrılıp uyuyuverdi. Ertesi gün iş bulmalı daha sonra bir ev tutup çocuğunu yanına alabilmenin planlarını yapıyordu.
O tek başına hasta haliyle yaşama tutunmuş güçlü bir kadındı…
(Hikayenin devamı bir sonraki yazımda olacak.)