Uyandı, ama uykusundan değil. Zaman zaman kapağı açılan bir dolabın köşesinde saklı kalmış, içi anılarla dolu bir fotoğraf kutusu gibi hissetti kendini. Orada olduğu bilinen fakat unutulup zaman zaman hatırlanan bir kutu.
Yaşadığı hayat boyunca biriktirdiği tüm anılar sanki bu fotoğraf kutusuydu. Her fotoğrafın arkasında bir not vardı. Fotoğraflarından birini eline aldı, arkasını çevirdi. “Geçmedi. Sadece izi kaldı.” notunu gördü. Anılar onu öylesine yoruyordu ki bazen bu anıları hiç yaşamamak istediğini düşünüyordu. Sonra da hemen vazgeçip, “O zaman her şey ne kadar da boş olurdu,” diye geçiriyordu aklından.
Batan güneşin yeniden doğacağını bilmenin verdiği huzur içine dolduğunda sadece gülümsüyor ve gözlerini kapatıyordu. Duyguları hava durumu gibiydi: belirsiz ve derin… Bir mutluydu, bir üzgün. Bir öfkeliydi, bir sakin. Bazen okuyamıyordu, bazen yazamıyordu. Zihni izin vermiyordu. Bazen düşünemiyor, düşündüklerini konuşamıyordu. Konuştuğunda susuyor, sustuğunda ağlıyordu. Ağladığında küsüyor, küstüğünde gülüyordu.
Sahiden, niçin hep yarım kalmış ve eksik hissediyordu? Boynunu bükmüş, susuz bir çiçek gibi başını öne eğmiş, yarım tarafını düşünüyordu. Neydi bu eksik olan şey? Neredeydi bu eksik olan parça? Neden eksikti, kim eksiltmişti? Nereden biliyordu eksik olduğunu? Nasıl hissediyordu eksikliğini? Sadece hisler miydi eksik diye haykıran?
Sorular ve düşünceler kafasını o kadar meşgul ediyordu ki sanki geçmişte yaşayan bir insandı. Sanki zaman makinesi kendisiydi. Geleceğe gidemiyor, şimdiki zaman ile geçmiş zaman arasında mekik dokuyordu. Fakat her geçmişe gittiğinde şimdiki zamanı kaçırıyordu.
Düşünceleri, bütün çekmeceleri açık karmaşık bir dolaba benziyordu. Karmaşıklığı bastırmak ve toplamak istiyordu. Tek tek tüm çekmeceleri kapattı.
Uyandı, ama uykusundan değil…