“Ben çok iyi yemek yaparım biliyor musun?” Alaycı bir şekilde güldü kafasını sallayarak. “Nereden bileceksin ki? Benim de ettiğim lafa bak.” Yürüdüler şehrin ıssız sokaklarında. Bir ressamın eliyle sessizliğe boyanmıştı sokaklar, bir de beyaza. Lapa lapa denmez ama yağmurla karışık kar yağıyordu İstanbul sokaklarına. “Acele et. Sana birinci dersim, hava soğuksa hele bir de kar yağıyorsa çok hızlı yürüyeceksin bu sokakları. Yürüyeceksin ki üşümeyeceksin.” “Anladım.” dedi yanındaki. Kaldırımlar onların ayak sesleriyle yankılanırken kedi, köpek sesleri de karıştı arasına. Hızlandırdı adımlarını yanındaki. “Takıldın peşime, hiç sormuyorsun nereye gidiyoruz. Yıllardır benimlesin. Vefalı dostsun vesselam.” dedi iç geçirerek. “Vefa önemli. Az bulunan bir şey.”
Mutfağa girince kendimden geçerim. Yeni tarifleri denemek daha doğrusu elime ne geçerse birbirine katmak ve sonunda lezzetli bir yemek ortaya çıkarmak benim için keşif dolu bir serüven olurdu eskiden. Sevgili karım o elim kazada ölmeseydi, bırakmasaydı beni böyle yapayalnız “Aman sen mutfağa girme; söyle; ben yaparım istediğini.” derdi. Bu gün öyle yeni tatlar denemeyeceğim. Çünkü canım öyle bir kuru fasulye çekiyor ki… Yanına da bir kuru soğan… Bir de fırından yeni çıkmış sıcak bir somun…
Adımları yavaşladı adamın. “Ne oldu, bir şey mi var? Yavaşladın.” dedi yanındaki telaşlı bir sesle.
“Birkaç gündür içimde garip bir boşluk var. Hiçbir şeyle dolduramadım bu boşluğu. Unutuyorum, sonra yine çıkıyor karşıma.”
“O zaman unutmak için başka şeyler düşünelim. Mesela küçükken babaannenin anlattığı bir masal vardı hatırladın mı?” Çocukluk ne büyülü bir şey. Hatırası bile içinin cıvıl cıvıl olmasına yetiyor. Duyar duymaz tekrar hızlandı adımları adamın.
Annemin usulü yapacağım kuru fasulyeyi. “Bir gün önceden ıslatmadıysan fasulyeleri sıcak suda beklet daha kolay pişer.” dediği kulağımda küpe olmuş. Hemen ocağa yöneldim, kibriti aradım. Ceplerimi yokladım, sağ cebimdeki bir kutu kibriti bulup ocağı yaktım. Kibrin yanmasıyla mutfak bir anda ısındı. Bir tane daha yaktım ardından. Üçüncüsünde ancak yakabildim ocağı . Bir tencere suya kuru fasulyeleri de koyup kaynamaya bıraktım. Buharlar yükseldi tencereden; mutfağın duvarları, camları buğulandı içerideki ısıdan. Ocağın altını kapatıp fasulyeleri soğumaya bıraktım.
“Hatırlamaz olur muyum hiç. Hadi son defa olsun, bir de sen anlat.” Gülümsedi yanındaki. “Tamam, anlatayım. Ama unutma ben öyle iyi bir anlatıcı sayılmam.” Eliyle içindeki boşluğu bastırdı adam.
“Olsun, sen anlat. Ben dinleyim.”
“Aynı böyle kar yağıyormuş lapa lapa. Yılbaşı gecesiymiş. Herkes çok mutlu ama en çok da çocuklar mutluymuş. Kar topu oynuyorlarmış. Ama içlerinde bir kız çocuğu varmış ki üstünde ne kalın bir mont ne de ayağında sağlam bir ayakkabı varmış. O diğerlerinin aksine çok mutsuzmuş. Ama üşüdüğünden değil kibritlerini satamadığı için, eve para ve dolayısıyla yiyecek götüremediğinden çok üzgünmüş.” Adam sesini kesmiş yanındakinin.
“Bence o bir kız değildi. Yanlış hatırlıyorsun. O bir erkek çocuktu yada yetişkin miydi? Bak hatırlayamadım. Yirmili yaşlardı, bıyıkları yeni çıkmıştı, evden kaçmıştı. Yoksa evden mi kovmuşlardı. Offff. Neden böyle unutuyorum her şeyi. Hep bu içimdeki boşluktan. Büyüyor, büyüyor… Farkında mısın?” Ellerini karnındaki boşluğa bastırdı yine.
“Sonra ne olmuştu.” dedi kıvranarak.
“Bir ses duydum, siz de duydunuz mu?” dedim boş mutfağa. Ellerimi karnıma götürdüm, az kaldı sabret birazdan dolduracağım seni.” dedim. Kocaman, iri, sulu bir kuru soğan alıp doğradım. Tencereye yağ döktüm ama öyle az değil, bolca döktüm yağını. Doğradığım soğanları koydum içine. Ocağı yakmak için kibriti aradım yine. “Bir sahip çıkamıyorsun şuna” dedim kendime, kızarak. “Sen hayatında neye sahip çıktın ki” dedi bir ses. Ocak sönünce kararmıştı mutfak, hiçbir şey görünmüyordu. Tezgahı yokladım el yordamı. “Buldum seni, çok şükür.” dedim. Yaktım bir tane kibrit, apaydınlık oldu her yer. Sonra bir tane daha yaktım, mutfağı dört döndüm. Kimse yoktu.
“Neyse, zihnim benimle oyun oynuyor.”
Ocağın altını yaktım. O soğanın yağla buluşması yok mu, bir de salça… Ekmek aradı gözlerim. Masanın üzerinde bir parça ekmek buldum, bandım soğanlı salçalı kavurmaya.
Sıcak suyun tesiriyle şişen fasulyeleri süzüp tencere koydum. Üzerine de su ekledim. Kaynayınca tuz, bir fiske pul biber, bir fiske karabiber ve bir fiske de kimyon karıştırıp kapadım tencerenin kapağını. Pencereye geçip dışarıyı izledim. Zifiri karanlıktı. Hiçbir şey yoktu. Kibrit kutusunu aldım, sıkıca kavradım elimde. Bir ona baktım bir de karanlığa…
“Kibritlerini satamayınca gitmiş bir evin kenarına çökmüş. Bir kibrit yakmış. Işığında evin içi görünmüş, sonra bir kibrit daha yakmış hayal kurmuş. Kurduğu hayaller içini ısıtmış adeta. Sonra bir tane daha yakmış, bir tane daha.” Adamın yürüyecek halinin kalmadığı her halinden belliydi.
“Yoruldum, gel şuraya biraz oturalım.” dedi. Kelimeler ağzından eksik çıkıyordu. Yanındaki ise anlıyordu ne demek istediğini. Dar bir sokağa girdiler. İki bina arasındaki tek bir kişinin geçebileceği kadar geniş olan kuytu bir köşede yere oturdular. Adam;
“Bak hala kız diyorsun. Erkek o, ailesi tarafından hiçbir zaman sevilmemiş bir erkek çocuk. Yetişkin miydi yoksa. Hayal kurmaktan yıllar önce vazgeçmiş bir erkek.” Gözlerini yanındakine dikti, bir şeyler görmeyi arzu etti belki, sonra çevirdi kafasını.
“Ayaklarıma baksana, yerinde mi? Hissetmedim sanki” Adam cevap beklemedi. Tam devam edecekken etrafı kokladı.
“Bu ekmek kokusu mu, bana mı öyle geldi. Neyse, ne diyordum? O yetişkin erkek kibritlerini satabilseymiş evden atmazlarmış. Satamamış ama. Ne yaparsa yapsın evdeki büyükleri mutlu edememiş. Çünkü kalbinin yarısı yokmuş. Hiçbir zaman tam olamayacağını da biliyormuş. Çekmiş gitmiş bir gün ardına bile bakmadan.”
Bir kibrit çaktım, ışığını cama tuttum. Uzakta bir yerler aydınlandı, sonra bir tane daha , bir tane daha… Yemyeşil ağaçlar göründü. Gökte uçan kuşlar hatta uzakta bir de ebemkuşağı. Masmavi gökyüzü, çıplak gözle bakılamayacak kadar aydınlık bir güneş. “İki ağacın arasındaki hamak mı? Üzerinde yatan kadın kim? O saçları nerede görsem tanırım. Bu o, bu kalbimin diğer yarısı” Heyecandan tencereden gelen fokurdamaların kalbimden geldiğini sandım. Tam kapıdan çıkacaktım ki karnımdaki boşluk aklıma geldi. Beyaz porselen bir tabak aldım. Üç kepçe tepeleme kuru fasulye koydum. Tam masaya oturup yiyecektim; mutfağın köşesine sinmiş üstü başı yırtık, ayakları çıplak, titreyen kız çocuğunu gördüm. Bakıştık bir süre. “Seni tanıyorum, şimdi hatırladım, tabi ya kızdı o masaldaki.” dedim. Ellerimi uzatıp “Gel, bir tabak kuru fasulye ye. Sıcacık. Sonra birlikte gideriz.”
Adam başını duvara dayadı. Yanındakine elini uzatıp “Sen de gel, dinlenelim biraz.” dedi. Başını yanındakinin omzuna koydu. Gözlerini kapadı. Kar dinmiş ama yağmur boşalırcasına yağıyordu.
Sabah olup, insanlar evlerinden çıkınca iki binanın arasında bir kartonun üstünde sonsuz uykuya dalmış adamı gördü. Kafasını soğuk duvara dayamış, yüzüne de silik bir tebessüm kondurmuştu. “Ah, vah” etti sıcak evlerinde uyuyanlar. Sonra devam ettiler yollarına. Birkaç adım öteye kadar konuştular adamı. Sonra unuttu herkes ve kaldıkları yerden devam ettiler hayatlarına.