Özümüzü bilmedikten sonra, cürmümüzün ne kıymeti olur?
Karmaşık bir yapıya sahiptir insan. Gün gelir, güldüğü olaylara ağlarken, hüngür hüngür ağladığı olayları günü gelir gülerek anlatır.
Zaman, çok önceden var olmuş gibi ve bu, insanlık için olan bir şey de değil. Bir belgesel misali insanlık… Bakmayın bu kadar anlam yüklediğimiz, kendimize… Anlamın bu denli önemli olması aslında büyüklüğümüzden değil, aksine küçüklüğümüzden.
Sonu ölüm olan, daha doğrusu sonu olan bir şey ne kadar var olabilir? Hem var olmaya gelen bir şeyin sonunun olması, onu ne kadar var edebilir?
Bana sorarsanız, biten, sonu olan, tükenen hiçbir şey aslında hiç var olmamış gibidir. Sonuçta, yaşadığınız ve sizi bilen insanlar tamamen tükendiğinde, kim varlığınızdan söz edebilir ki?
Daha geçmişe gidelim. Astrolojik kalıntılarda varlığından iz bırakan insanlar, şu an ne kadar varlar diyebiliriz? Yaşadığını bildiğimiz insanlar, aslında kimlerdi, dilleri, dinleri, renkleri nelerdi? Kim için yaşadılar, nasıl öldüler? Onlar da bazen ölümsüzmüş gibi yaşıyorlar mıydı? Ya da en ufak hastalıklarında diz çöküp yalvarıyorlar mıydı bir inanç çerçevesinde?
Yok olmaya geldiğimiz bir dünyada, neden bu kadar var olmaya çalışıyoruz? Can bedenden çıkınca, neden ruhu değil de bedeni gömüyoruz? Kimsenin görmediği bir varlıkta ise ruh misali var olmak; beden denen toprağın yem olduğu cürmümüzün, acı çekmesinin sebebi ne? Eğer bedenin bir kıymeti yoksa, acı denen ıstırabın hükmü ne?
Bir de duygular var… Bedeni mum gibi eriten, canı bedenden edip canana katan kor misali duygular…
Aslında insanın hakikat çerçevesinde var olması tamamen duyguların sayesindedir. Duygularla baş edemeyen insan, görünmez bir oluşumun etkisinde olduğunu anlar. Zamanla bunun ruh kavramı olduğu gerçeğiyle baş başa kalır. İşte o zaman dünyası yeniden şekillenir.
Tamamen ruhunu keşfeden insanlar, bedenine kıymet biçmez artık. Yine giyinip kuşanır ama bunu bedenin varlığı için değil, ruhun güzelliğinin dışarıya yansıması için yapar. Bir nebze, “Sonsuz bir mekânda var olacaksam eğer ve ben bu bedenle yaratılacaksam, böyle bir güzellikle var olacağım” der gibi.
Bir sonun gerçeğini idrak eden, hiç ölmeyecekmiş gibi değil de, yarın ölecek ve tekrar bir mekânda dirilecek inancına sahip olan insanlar, kendilerini dünya lezzetlerinin etkisinden kurtarmak için bazı meditasyonlar, nefsani terbiyeler, ruhani terbiyeler veya zikirler çekerek, ruhunu sürekli dünyaya iten duygu etkisinden çıkarmaya çalışırlar.
Dünyanın kendilerini etkiledikleri bazı duygu isteklerinden arındıktan sonra, yaşam tarzları, akıl olgunlukları, ciddiyetleri daha da artmaya başlar. Bu durum insanı başka düşüncelere sevk eder.
Her ne kadar ruhani duygular insanı daha çok etkilese de, beden olarak var olan, yemeye, içmeye, dinlenmeye ihtiyacı olan görünen varlığı da doyurmak gerekir.
Bedeni duygu ve lezzetler, insana her ne kadar tarif edilebilir bazı zevkler verebilse de, manevi duygular ve lezzetler insanı uçsuz bucaksız duygu derinliklerine götürür. Bir sonu ve ölçüsü olan nefsani lezzetler adeta insanın ömrünü sınırlarken, tarifi yapılamayan ruhani duygu ve lezzetler, insanı bir sonu olmayan ya da ölçülemeyen bir ölümsüzlüğe götürür.
İnsanın yaşadığı bu duygu karmaşasını değerlendirirsek eğer, insan aslında var olmayı doğarken değil, ölürken elde eder.
Peki, neden dünya denen ömürde, toprak olacak bedende yaratıldık?
Eğer dünya sefası kadar ömrü uzun oluyorsa insanın, ruhun keşfi kadar da insan sonsuz yaşamaz mı?
Peki şunu diyebilir miyiz:
Ey topraktan gelip toprakla beslenen bedenim,
Bir gün yok olmak senin kaderin.
Ey nurdan yaratılıp aşktan beslenen cevherim,
Acı denen şey senin gerçeğin.