Paris gezimizin üçüncü gününde, dünyaca ünlü pastacı Cedric Grolet’nin Opera caddesindeki, internetten de sipariş verilebilen pastanesinin önünde metrelerce uzayan kuyruğun içinde kıvrıla kıvrıla sıramızı bekliyoruz. Yoldan geçerken sadece pastanenin fotoğraflarını çekenleri de sayarsak yoğun bir ilgi var. Grolet’nin ustalıkla şekillendirdiği trompe-l’œil olarak adlandırılan heykel pastaları estetik bir illüzyon sunuyor. Dışı meyve gibi görünen içi krema dolu eserler. Fiyatı pek de ucuz sayılmaz -on sekiz euro. Görüntüde farklı içeriği farklı bu pastaları satın alabilmek için sanırım bir saatten fazla sıra bekledik. İster istemez kalabalığı oluşturan insanları inceledim.
Kalabalıkta yalnızlık pazarından manzaralar.. Varlığın anonimleşmesi. Kendini görmemeye insan birikintisine atlamak. Bir örnek yalnız, çift yalnız ve çoklu yalnız yürüyüşleriyle kitle onları usul usul alıyor, ölçüp biçiyor, organlaşıyor.
Kalabalık yalnızlık deyimi, Türk Dil Kurumu tarafından geçtiğimiz yılın kelimesi seçilmişti. Modası geçmiş ve Türk toplumunu hiç de yansıtmayan bir deyim bence. Aslında bir isim tamlaması olan bu deyim ilk ne zaman, kim tarafından kullanılmıştır, araştırmadım ancak modern yalnızlığın tarihi hem kavram hem de çok yüzlü bir sorun olarak ortaya çıkışı genel görüşe göre 17. yüzyıla dayanır. Sanayileşme ve kentleşmenin getirdiği bu yeni kavram bir dönem heyecan verici bir keşif olarak görülmüş. Hatta Robinson Crusoe’nun popülerleştiği dönemde bazı İngiliz soyluları, halkın zengin tabakası parayla yalnızlığı deneyimlenecek gönüllü kişiler tutarak onlardan deneyimlerini anlatmalarını istemişlerdir. Rousseau’nun modern bireyi, yalnız doğar, hayatının ikinci evresinde topluma katılır fakat topluma hiçbir zaman alışamaz; toplumsal sözleşme dediği rızaya dayalı sözleşmeyle toplumsal bir varlık olur. Ya istekli bir rıza gösterilmezse ne olacak? İnto The Wilde filmindeki “Toplum ne çılgın bir şeysin sen! Umarım bensiz yalnızlık çekmezsin!” deyip ruhumuzu içine çevirip “ıssız yerlerde kendimiz için bir âlem” olmaya mı yollanacağız?
Victor Hugo ise bu konuda Rousseau’nun tam tersi bir görüşte: “Kalabalıkla başlayıp yalnızlıkla bitirmek—bireysel farklılıklar saklı kalmak kaydıyla—herkesin hikâyesi değil midir?” Bu sorunun yanıtını aramaya çalışırken, Poe’nun “Kalabalıkların Adamı” öyküsünü anımsıyorum. Bir hastalık sonrası sisli havada Londra’daki bir otelin kahvesinde oturup ilk başta içerdekileri sonra da buğulu camın ardındaki kalabalığı izlemeye, gözlemlemeye koyulan anlatıcı, “ insan kafalarından oluşan o çalkantılı deniz” ile içine doğan o yepyeni ve hoş duyguyla insan yüzlerinin kısacık bakışlarla uzun senelerinin tarihini okumaya çalışır. İçlerinden 65-70 yaşlarındaki bir yüz kalabalık içinden seçilir, anlatıcı bu adamı takibe alır. Adam kalabalığın ortasındayken oldukça rahat, canlı ve cesur görünmekte, kalabalığın azaldığı yerlerde tedirginleşmekte, eli ayağına dolanmakta, titremekte ve azimle, amaçsızca aynı meydanı defalarca turlamaktadır. Öğleden sonrası ve gece boyunca güneş doğana kadar bu yaşlı adamın hareketlerinin gizemini çözmeye çalışır anlatıcı, onu izler, açık seçik bir sonuca ulaşamadığından adamı takip etmekten vazgeçer. Bu adamla ilgili vardığı yegane sonuç da şudur: “Tek başına olmayı reddediyor. O kalabalıkların adamı. Onu takip etmem boşuna; çünkü ne bu adama ne de yaptıklarına ilişkin daha fazla bir şey öğrenebileceğim.”
Kalabalık çoğu birey için tek olmayı ya da yalnız kalmayı reddetmenin tutamağıdır buradaki yaşlı adamda olduğu gibi. Baudelaire’de kalabalık daha olumlu bir anlamda yansır insan kişiliğine. Kalabalıklar şiirinde şöyle der:
“Herkesin harcı değildir kalabalıkla yıkanmak: bir sanattır kalabalıktan hoşlanmak; bazı insanlar vardır, bir peri daha beşikte iken kılıktan kılığa girmenin, kalabalığa karışıp yüzünü gizlemenin zevkini, eve duyulan kini ve yolculuk tutkusunu üfler kulaklarına, işte yalnız o kişi gerçekleştirir kaynaşmayı insanlık hesabına.”
“Sevdiğim her şeyi yalnız sevdim
Çocukluğumda, çocukluk çağında” diyen Edgar Allen Poe’ya karşılık Baudelaire için “…kitleyle kolayca evlenen kimse, kutu gibi kapalı bir bencilin, sümüklü böcek gibi kabuğuna çekilmiş bir tembelin asla tadamayacağı ateşli hazları tadar.”
Bugünün dünyasında kalabalık yalnızlık, fiziksel varoluşla sanal varoluşun iç içe geçtiği yeni bir biçim almıştır. Modern birey, artık kent caddelerinde yürüyen bir figür değil, ekranlar arasında kaybolan bir avatardır. Görünürlük tutkusu ile mahremiyetin arasındaki denge bozulmuş, iletişim arttıkça etkileşim azalmış, anlam kaybolmuştur.
Kalabalık yalnızlık paradoksunu sinemada yol filmlerinde de görebiliriz. Chloé Zhao’nun Nomadland filmindeki Fern karakteri, kocası öldükten sonra memleketinden ayrılan, evi saydığı karavanıyla geçimini sağlamak üzere, Edgar Allen Poe ‘nin kalabalıktaki adamı gibi durmadan hareket hâlinde güçlü bir kadın karakterdir, oradan oraya savrulur durur; yol boyunca tanıştığı ve arkadaşlık kurduğu kişilerle vedalaşmak yerine, yolun bir yerinde buluşma umuduyla bulunduğu yerde kök salmayı reddeder.
Yine Agnès Varda’nın Yersiz Yurtsuz filmindeki anti kahraman Mona, toplumsal normlara uymayı reddederek tacize uğradığı işini terk eder; üstü başı kir içinde, ot içerek, ahlâk dışı davranışlarda bulunarak günübirlik yaşar, sırt çantasıyla otostop yaparak Fransa’nın güney tarafına yolculuk yapar. Bir çiftlikte eski bir felsefe öğretmeniyle karşılaşır. İkisi de marjinal tercihler yapan karakterler yalnızlık, özgürlük ve toplumdan kopuş üzerine sohbet ediyorlar. Çiftlik sahibi eski öğretmenin “Tek başına mısın? Yalnızlık hissetmiyor musun?” sorusunu Mona, “Yalnız olmak güzel… Eskiden insanlara hiç katlanamazdım, artık öyle değilim.” diye yanıtlar. Öğretmenin “Benden daha özgürsün belki de. Adına sevindim. Ben yalnızlıkla özgürlüğün ortası bir yerdeyim.” ifadesi kendi içsel sınırlarında sıkışıp kalmış, varlığını modern toplumla bağlarını bilinçli biçimde kopararak devam ettiren bireye işaret ediyor; karşısındaki asi genç kız, -belki de müteferriç ruh, özgürlüğünü yalnızlıkla ve bitmeyen yollarla taçlandırır. Mona’nın yalnızlığı, hatta kısmi tecrit hâli topluluk içinde kaybolmaktan yeğ bir sürükleniştir.
“Daha yalnız olabilirdim/ Yalnızlık olmasa.” dizelerinin sahibi Amerikalı şair Emily Dickinson, yaşadığı karşılıksız aşk ve çok sevdiği kuzeninin ölümü nedeniyle otuz iki yaşında kendini kapattığı evinden tam yirmi dört yıl dışarı çıkmadı. Bu yalnızlık bizim bildiğimiz sıradan bir yalnızlık değildi elbette. Ölümünden sonra odasına giren kız kardeşi ona ait bin sekiz yüz kadar şiir bulur masasının üstünde. Siyaset bilimci, felsefeci Hannah Arendt’in yalnızlık tanımı denk düşer onun yalnızlığına: “Yalnızlık, tek başıma olsam da biriyle, yani kendimle birlikte olduğumu ima eder. Bu, benim içimde iki kişi olduğum anlamına gelir.” Bu bağlamda yalnızlığın bir kopuş değil, öz farkındalık olduğunu anlatır.
Dijital çağın bireyleri olarak her ne kadar farklıymışız gibi görünsek de, hepimiz aynılaşmanın ağına takıldık; iletişim araçları arttıkça iletişim ve etkileşimler azaldı, manayı ve gerçeklik duygusunu kaybettik. Algoritmaların oluşturduğu kategorize bireyler yığınıyız hepimiz. Gerçek veya sanal topluluklar içinde varlığımızı en çok da “görünen vardır” çıkarımıyla sunulabilir hâle getirmeye çalışıyoruz, sosyalleşiyoruz, sosyalleşirken de umarsız ve derin bir kolektif yalnızlığa sürükleniyoruz.
Poe’nin anti kahramanının kalabalıklar arasına karışmasındaki göreceli güven duygusunu, Mona’nın toplumsal başkaldırı olarak yollara düşüşünü ve kimsesizce bir hendekte yitip gidişini, Fern’in göçebe ruhunu, Dickinson’un inzivasını düşünüyorum. Kurgu bile olsa onların yalnızlıkları içerik itibari ile daha organik yalnızlıklardı. Fakat yeni uygarlık yalnızken bile yalnız olmayan yeni bir insan türü ortaya çıkardı.
Sipariş sırası bize gelince bütün bu düşüncelerimden sıyrıldım. Seçtiğimiz vanilya heykelciği biçimli pastamızı aldık. Pasta görünüşte kusursuz, tıpkı sosyal medyada göstermekte sakınca bulmadığımız hatta övündüğümüz idealize hayat parçalarımız gibi. Otele dönünce tattığımız bu yanıltıcı kabuğun içindeyse pek de hoşumuza gitmeyen bir krema dokusuyla yüzümüz buruşuyor. Ne kadar da benziyor bu tat kolektif dijital yalnızlığımıza. “Uçurumu havayla kapatmaya” çalışmak gibi yalnızlıkla kalabalığın silik sınırında yaşamak!
muhteşem bir yazı daha okudum değerli kaleminden yazarımızın. kutluyorum. tarihe not düşen harika bir yazı