Müzik… Ne büyülü bir şeysin sen! Uğruna köle olanı da gördü bu dünya, ruhunu şeytana satanı da. Mesela Mozart ne muhteşem bir dehaydı. Yetenekleri arasında yalnızca bir kez duyduğu bir parçayı baştan sona hiçbir notayı atlamadan çalabilmesi, bestelerini ek bir karalama kâğıdı kullanmadan tek seferde yazması, en hayret verici olanı da bütün eserlerinin zaten zihninde var olması ve onun tek yaptığının onları kâğıda aktarması sayılabilirdi. Bu gibi eşsiz özellikleriyle her ne kadar saray zümresinde hayranlık uyandırsa da bir kişi vardı ki ondaki bu dehanın fazlasıyla farkında olan ve bu yüzden onu bütün varlığıyla deliler gibi kıskanan, işte o kişi saray bestecilerinden Antonio Salieri’ydi. Salieri rivayete göre Mozart’ı alt etmek için elinden geleni yaptı, onu saray eşrafının gözünde kötülemek de yetmedi buna üstelik, o zamanlara kadar içinde taşıdığı derin tanrı sevgisine rağmen Mozart’ı aşma amacı uğruna ruhunu şeytana adamaya kadar ileri götürdü işi. Ve tarih ona acı bir şekilde bu yaptıklarının cevabını verdi, çok genç yaşta vefat eden Mozart ardında sayısız unutulmaz eser bırakırken bu oyunda Salieri’ye düşen rol kıskanç ve komplocu bir saray bestecisi olmaktan öteye gidemedi. Mozart eserleriyle ölümsüzlüğe kavuşurken Salieri hainliğiyle anılmaya mahkûm oldu. Bazen insan ne denli uğraşırsa uğraşsın tarihin ona biçtiği rolden ötesine gidemiyormuş değil mi?
Mozart gibi eserleriyle yaşayan nice müzisyen tanıdı dünya: Beethoven, Schubert, Brahms, Çaykovski, Chopin, Bach bunlardan birkaçıydı. Müziğin büyülü ezgilerine en unutulmaz ve eşsiz bir şekilde notalarla can verenlerdi onlar, bütün insanlığa ortak bir sanat zevki armağan eden müzik ustalarıydı. Ruhlarında dalgalanan bin bir çeşit duygunun ete kemiğe bürünmüş haliydi onlar için müzik. Öyle ki müziklerine ince ince nakşettikleri hisler dinleyenlere de yavaş yavaş işleyerek etki eder, bu durumda bir nevi her iki taraf arasında duygudaşlık yaşanırdı. Sayısız yüreğe sirayet eden bu eşsiz duygular sayesinde olsa gerek eserleriyle birlikte sahiplerini de ölümsüzleştirdi. Bugün herhangi bir yerde Mozart, Beethoven, Bach çalındığında hala tanınması da bu yüzdendir desek yanlış olmaz sanırım.
Müziğin insanda bıraktığı etkiyi göz önünde bulundurursak o bizim için her daim vazgeçilmez olmuştur. Duygusal iniş çıkışlarımıza bağlı olarak da gerçekleşen müzik tercihleri içsel iklimimiz hakkında ipucu verebileceği gibi bizi iyileştirir, rahatlatır. Müzikle geçen dakikalar günlük hayatın sıkıntılarından biraz olsun uzaklaştırarak kendimizle kalmamız için kısa bir moladır. Dinleyemesek dahi kendi kendimize mırıldandığımızda da bizimledir müzik, zihnimizde dönüp durur bazen, bazense geceleri annelerin yumuşak seslerinden yayılan ninnileriyle çocukların kulaklarına dolmasıdır. Müzik biz fark etsek de etmesek de hep bizimledir, içimizden gelir.
Malum, müzik türüne göre yeri gelip insanı hüzne boğsa da genel olarak insan ruhunda iyileştirici bir işleve sahiptir, herhalde bunu fark etmeyenimiz yoktur. Bu gerçek çok eski zamanlardan beri bilindiğinden klasik müziğin sarayın aşılmaz gibi görünen surlarından, zengin zümrenin süslü salonlarından çıkarılıp halka mal olmasının ardından farklı amaçlar için de kullanıldığı görülmüştür. Mesela klasik müzikten bağımsız olarak baktığımızda Osmanlı zamanında ruhsal hastalıkları olan bireylere ney sesi dinletmek suretiyle müziğin tedavinin bir parçası olarak kullanıldığını biliyoruz. Ya da çiftlik hayvanlarına klasik müzik dinletilerek süt veriminde artışın sağlandığı da günümüzden bir örnek. Şüphesiz bu gibi örnekler çoğaltılabilir fakat bu yazımızın konusunda müziğin bambaşka bir boyutundan bahsedeceğiz. Acaba müzik bütün bu saydığımız olumlu özellikleri dışında tersine insanı ölümcül eylemlere sürüklemiş, bu yönde teşvik edici bir rol üstlenmiş olabilir mi? Bu soruya kısa bir süre önceye dek denk gelmiş olsam anlam veremez, müziğin olumsuz bir etkisinin olabileceğini asla düşünemezdim. Bu düşüncemde de son derece emindim üstelik, ta ki tarihi bir gerçeği öğrenene dek…
Tarihe geçen bu gerçekliğin başrolünde tahmin edilesi bir isim var, Hitler. Herhalde Hitler’i tanımayan, adını duymayan kimse yoktur günümüzde. Irkçı söylemleriyle ve bu fikirlerinin ardına sığınarak yaptıklarıyla milyonların katili olarak tarihe geçen bu kişilik Goebbels ve nicelerinin de işbirliğiyle tek başına işlemedi bunca savaş suçunu elbet. Doğrudan veya dolaylı olarak sayısız destekçiyi de yanına almak suretiyle vahşet dolu bir soykırımın altına imza attı ne yazık ki. Büyük bir yıkıcılıkla tüm Avrupa’ya yayılarak dehşetini her yere saçtı. Sayısız hayat sönerken o sadece kendi düş gücünden beslenmiyordu ne yazık ki. Onun ‘‘ari ırk’’ hayallerini gece gündüz canlı tutmasına neden olan büyülü olduğu kadar güçlü de bir etkiye sahip olan o etken ‘‘müzik’’ ti…
Peki normal şartlarda bir insan için iyileştirici, sakinleştirici bir etkiye sahip olan müzik nasıl oluyordu da Hitler için kana ve ölüme susamasına neden olan bir güce dönüşüveriyordu?
Bu soruya cevap vermeden önce şöyle bir geçmişe gidip her şeyin nasıl başladığıyla ilgili ipuçlarına bakmak gerekir sanıyorum. Bu konuyla ilgili olan birçok kişinin de bilebileceği gibi Almanya Birinci Dünya Savaşı sonrası alınan ağır yenilgiden sonra Versay Barış Antlaşması’nın şartlarıyla gerçekten büyük bir bozguna uğramış, ciddi bedeller ödemek zorunda kalmıştı. Hitler de pek çokları gibi bu yenilginin sorumlusunu cumhuriyetçiler olarak görüyordu. Cumhuriyetçileri alt etmeyi kafasına koyan ve bunun için her türlü yola başvuran Hitler’in Almanya’nın başına geçme sürecinde yolunun kesiştiği öyle biri vardı ki, hem onu bu süreçte olabildiğince güçlü kılacak hem de zengin ve soylu çevrelerle tanıştırarak onun destekçi toplamasına yardım edecekti. O kişi ‘‘Hitler’in Piyanisti’’ olarak bilinen Ernst Hanfstaengl’dı.
Putzi (küçük adam) lakaplı Hanfstaengl, ‘‘A. H. Benim hayatım.’’ diyerek ideallerinin, yaşantısının başrolüne koyacak kadar ilahlaştırdığı Hitler’i bu çevrelerle bir araya getirebilmek için kendi nüfuzunu kullanarak parti ve toplantılara götürüyordu. Bu tanışmaların gerçekleştiği bir davet esnasında Hitler öyle biriyle tanışmıştı ki bu tanışma bundan sonraki tarihin yazılışını etkileyecek denli önemli bir olaydı. İşte o kritik isim Winifred Wagner idi. Wagner soyadı klasik müzik severler için tanıdık gelmiştir şüphesiz çünkü ünlü müzisyen Richard Wagner’in gelinidir Winifred Wagner. Winifred kayınpederi R. Wagner ile aynı antisemitik düşünceleri paylaşmakla birlikte Hitler’i bu konuda sonuna kadar destekleyerek ve aynı zamanda kayınpederiyle iletişim kurmasını da sağlayarak bu süreçte kilit rol oynayanlardan biri haline gelmişti.
Tarihin en olmadık iki kişiyi birleştirdiği bu tanışıklık bir katilin doğuşuna da zemin hazırlamıştır aynı zamanda. Bu doğumun gerçekleşmesinde başrolde olan R. Wagner de diğer Almanlar gibi Almanya’nın gidişatından oldukça rahatsızlık duyuyordu ve buna kendince bir çözüm bulmuştu. Wagner’e göre Almanya’nın içine düştüğü bütün belaların, çaresizliklerin nedeni o dönemde nüfusları azımsanmayacak denli yoğun olan Yahudilerdi. Almanya’nın kurtuluşa ermesi için yavaş yavaş bu nüfusun azaltılması gerektiğini, yani “ari ırk” fikrini ortaya atmıştı. Ve bu fikrini uygulayabilecek beceri ve kudrete sahip en ideal kişinin muhalefet parti lideri olarak kendini göstermiş olan Hitler’in olduğunu düşünmüştü. (Yani bir nevi ari ırk oluşturma projesi Hitler’e verilmiş bir görev gibiydi.) Kendisine bu fikir iletildiğinde çok mutlu olan Hitler bundan sonrasında kendisini böyle bir göreve layık gören Wagner’in bestelerini büyük bir tutkuyla dinlemeye başladı. Wagner’in müziği Hitler için ‘‘asıl amacını’’ hatırlatıcı bir araç görevi görmüştü ne yazık ki. Hitler yanından hiç ayırmadığı en sadık dostunu, yani Putzi’yi her partide, her toplantıda, aklına her estikçe, hatta gece yatağından kaldırarak dahi piyanonun başına oturtup Wagner’in bestelerini çaldırmıştı. Hitler bu besteleri dinlerken adeta transa girer, ruhunun şahlanıp uçtuğunu hissederdi. Hatta Putzi geriye bakıp o günleri düşündüğünde Hitler’in isteklerini kırmayıp sürekli Wagner çalmasının sonuçlarını düşününce pek de iyi yapmadığının farkına varır.
İşte bu tarihi iş birliğini öğrenmek zihinlerde Hitler ve Wagner’in birbirine kaynaşık, pazılın iki parçası gibi uyumlu iki karakter izlenimi oluşturmaktadır. Ve bir yerde Hitlerin azmettiricisi görevi gören Wagner’in de en az toplama kamplarındaki işkenceciler kadar suçlu olduğu aşikâr değil midir?
Ünlü Alman sinemacı Hans-Jürgen Syberberg gibi geçmişe kör bakmayıp yaranın kabuk bağlamasına izin vermeyerek, bu konuda ürettiği eserleriyle her fırsatta çomak sokmak suretiyle bu yarayı kanatan, geçmişinden derin utanç ve suçluluk duyan bütün Alman halkının gözünde, müziğini seven tüm dünyanın nazarında yediği bir damga söz konusuydu Wagner için. Kimine göre sadece müziği önemliydi, ideolojisi veya ününden de yararlanarak hangi felaketlere sebep olduğu değil. Elbette bu kişiden kişiye değişir fakat tarih bize yaşanılanların asla değişmediğini, tüm yakıcılığıyla olduğu gibi varlığını sürdürdüğünü en acı şekilde göstermiştir.
Kim ne derse desin şunu belirtmek mümkündür ki altı milyon Yahudi’nin kanı Wagner’in eline de bulaşmıştır. Wagner kanlı elleriyle notalara can veren müziğini icra etmiştir. O eli kanlı bir katil, aynı zamanda klasik müziğin mihenk taşlarından bir müzisyendir. İki zıt kutbun, dehayla vahşetin aynı bedende vücut bulmuş halidir, siyah ve beyaz gibi…