Nizam içindeki bu yaratılışım, seni tanıdığım gün izanını yitirdi. Yitirdi her şeye esaslı olan bağlarını; artık hayallere teker teker eklenti. Şimdi sana söylüyorum, meşrebiyle gönüllere taht kuran sevgili… Her gün adım adım yaklaştığım biçare yolculuğumda, belki de sensin tek temenni.
Keder, hüzün, ıstırap, ölümü değil midir insanın? Yüzü güldürse de özü güldürmez ebedi. Tecrübe ediyorum en derinden, sensizlikteki acımasız dipsiz hakikati. Suretinden mahrum kaldığım her günün sonunda yönsüz kalıyorum, ey sevgili.
Mısralarıma yazılan bu cüretkâr kelimelerim, anlatmaya yetmiyor ne seni ne de beni. Karşına geçince, gözlerinin şavkıyla sükûnete uğruyor; bitiyor aklın ahdi ve kanatıyor kapanmak bilmeyen gönül yaramı. Son buluyor varlığımın sükûneti. Nasıl anlatsam ki sana yüreğimin ortasında kopan vaveylaları, duyar mısın?
Biliyorum, daha fazla kaldırmaz bu acı feryatlarımı; dinmek bilmez bu senfoni. Biçareyim, tahayyül bile edemediğin bu sevdanın girdabında yok olamam. Bunun taklidi yok. Dilim anlatamazsa bu meçhul keşmekeşteki hâlimi, son bulur bu gönlün selameti. Olur da bir gün karşılaşırsak, koşarak uzaklaşacağım sensizliğimden, ey sevgili. Ve bakışlarım âşikâr edecek yüreğimdeki sırrı. Bil ki özüm, arar durur her daim seni…
Gel, ardından kara sevdalar bırakma. Gel, sana Eylül’ün uğultusunda bir şiir ısmarlayayım; âyet âyet okşasın ruhunu. Mehtaba, fâni dünyanın bakışına aldanma. Gelmezsen aklımı kaybedeceğim. Gelmeyeceksin, biliyorum.
Şimdi bir kervan lâzım bana; Mecnun olup çöllere düşmek gerek. Yolun sonunda Mevla’yı bulup aşkın sırrına ulaşmak gerek.