Ezan sesi ile uyanmıştım. Sabah ezanı, diğer ezanlardan farklı bir makamda ve farklı bir hüzünle okunuyordu. Ruhumu farklı bir huzur kaplamış, içli içli okunan ezan beni maneviyatın derinliklerine sürüklemişti. Hiçbir müzik, hiçbir melodi ve hiçbir söz içime bu kadar işlememişti.
Bir şehadet parmağı misali Allah’ın birliğini teyit eder gibi gökyüzüne doğru uzanmış minarelerden tevhidin sesli bayrakları dalga dalga yükseliyordu. Ezanın biri biterken öbürü başlıyordu.
Duyduğum bu ilahi çağrı, sanki ruhumu dünyevi kirlerden arındırıyor, her gün bu vakitte, yeniden dünyaya gelmiş gibi, yarı ölüm sayılan uykudan uyandırıyordu. İnsanları günde beş vakit Allah’ın huzuruna davet eden bu ilahi çağrı, sabah namazında farklı bir makamda okunuyor, kalplere huşu veriyordu. Bu çağrıya önce ruh icabet ediyor, ardından beden harekete geçiyordu. Zaten hayat, doğduğunda kulağına okunan ezan ve öldüğünde okunan sela arası kadar kısa değil miydi? Bu anları uykuda geçirmek ziyanda olmak değil miydi?
Ezan sonrası sessizlik ve ardından kuş cıvıltıları… Abdestle gelen dinçlik ve ferahlıktan sonra kimseye baş eğmemek üzere âlemlerin Rabbine baş eğmek…
Sabah namazından sonra bahçeye çıkmış, kuşları seyre dalmıştım. Kuşlar sabahı büyük bir coşkuyla karşılıyorlardı. Sabah sporumu yapmış, ardından güzel bir duş almıştım. Kahvaltıdan sonra arkadaşlarımla buluşmak üzere çarşıya doğru yola çıkmıştım.
Yolda 25 yaşlarında, orta boylu, sakallı, takım elbise giymiş, gömleğinin düğmeleri göğsüne kadar açık, elinde sigarası olan biri bana bakıyor ve hafiften gülümsüyordu. Yakınlaşınca göz göze geldik. “Selamün aleyküm,” dedi. Selamını aldım. Elindeki sigaradan son bir yudum aldı ve sigarasının izmaritini uzağa fırlattı. Gözüm parmaklarına ilişti. Sigaranın dumanından işaret ve orta parmağı sapsarı olmuş, hatta bundan başparmağı da nasibini almıştı. Yakışıklı bir adamdı. “Bana, çarşıya mı gidiyorsun?” diye sordu. “Evet,” dedim. “Ben de çarşıya gidiyorum, beraber yürüyelim mi?” dedi. “Tabii ki,” dedim. Birlikte yürümeye başladık. “Benim adım Fahrettin,” dedi. “Son sigaramı içtim, sigaran var mı?” diye sordu. Sigara içmediğimi, dolayısıyla sigaramın olmadığını söyledim. Anladım ki benimle beraber yürümek istemesinin sebebi sigaraydı. Beraber, arkadaşlarımla buluşacağım kahvehanenin önüne kadar yürüdük. “Ben burada bir çay içeceğim, istersen gel sana çay ısmarlayayım,” dedim. “Tamam,” dedi. Kahvehaneye geçip oturduk.
Tek katlı, eski sandalye ve masalardan kurulu şirin bir kahvehaneydi. Bana “Hiç kaymaklı çay içtin mi?” diye sordu. “Kaymaklı mı? O da nasıl oluyor?” diye aklımdan geçirdim. Çaycıya seslenerek “Bize iki kaymaklı çay ver,” dedi. Çaycı kafasını sallayarak tamam dedi. “Kaymaklı çay nasıl oluyor?” diye sordum. “Şimdi görürsün,” dedi. Herhalde çayın yanında kaymaklı bisküvi veriyorlar diye düşündüm. Çaylar önümüze geldi. Gözlerim kaymak ararken, çayın üstünde bir katman gibi birikmiş kuru çay taneciklerini göstererek “İşte kaymak,” dedi. “Bunun özelliği nedir?” diye sorduğumda, “Eğer çayın üstünde bu tortu birikirse çay taze demektir, yeni demlenmiştir. Bayat çayda böyle kaymak olmaz,” dedi. Böylece kaymaklı çayı öğrenmiş oldum.
Fahrettin’in çay içişi de sigara içmesi de çok farklıydı. Sigarasından derin bir nefes alıyor, içine çektiği duman dışarı çıkmıyor, içinde kaybolup gidiyordu. Ardından kaymaklı çaydan bir yudum alıyor, bir yudumda çayın yarısından fazlasını içiyordu. Ardından bir iki dakika gözleri derine dalıyor, bir şeyler düşünüyordu. Sonra sigaranın küllüğüne derin derin bakıp “Askerlik yarım kaldı,” diye mırıldanıyordu.
Fahrettin’le arkadaş olmuş, haftada birkaç gün bu şirin kahvehanede buluşuyor, sohbet ediyorduk. Biz sohbet edip çay içerken kahvehaneye girenler bize tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Onların bu bakışlarına anlam verememiştim.
Bir gün yine aynı kahvehanede görüşmüş, çay yudumlarken muhabbete dalmıştık. Kahvehaneye giren bir adam yanımıza yaklaştı. “Arkadaş, sen kimsin, kimlerdensin? Bu deliyle ne diye takılıyorsun?” dedikten sonra Fahrettin’e yöneldi, ona bir sigara uzattı. Fahrettin elinin tersiyle sigarayı geri itti. Adama ters ters bakıp ayağa kalktı ve hiçbir şey demeden çıkıp gitti. Çok rahatsız olmuştum. Adamı kırmamak için kendimi zor tutuyordum. “Neden böyle bir şey yaptınız, arkadaşımı neden kırdınız?” diye sorduğumda, “Fahrettin delidir. Kimseyle konuşmaz, kimseyle oturmaz, sadece çay içer, sigara içer ve yürür. İlk kez biriyle oturduğunu ve konuştuğunu gördüm. Kusura bakma, o yüzden kimsiniz diye sordum,” dedi. Ben, “Hayır, Fahrettin deli falan değil. Kaç defadır görüşüp muhabbet ediyoruz. Bir deliliğini görmedim. Hem deli de olsa, davranışınız doğru değildi,” dedim.
Ertesi gün kahvehaneye geldim. Her zamanki masaya oturup kaymaklı bir çay istedim. Çayı yudumlamaya başlamıştım ki Fahrettin içeri girdi. Onu görünce çok sevinmiştim. Hemen ayağa kalkıp masaya buyur ettim ama bana boş gözlerle baktıktan sonra başka bir masaya geçip oturdu. Onun bu davranışına bir anlam verememiştim. Acaba dünkü adamın davranışından dolayı bana da mı gocundu, diye geçirdim içimden. Masasına doğru yürüdüm, karşısına oturup “Nasılsın?” diye sordum, cevap vermedi. “Bana kırgın mısın?” diye sordum, yine cevap vermedi. “Bir yanlışım mı oldu? Bilmeden seni kırmışsam özür dilerim,” dedim. Hiçbir şey demeden ayağa kalktı, durgun gözlerle bana baktı. “Yok,” dedi, “İyi bir insansın ama artık sen de benim deli olduğumu öğrendin,” deyip hızla kapıdan çıkıp gitti.
Adamın dün söyledikleri aklıma geldi. Kahveciyi çağırdım, geldi, masama oturdu. “Bu Fahrettin kim, ne iş yapar?” diye sordum. Kahveci, “Çayını içmedin, soğuttun. Dur, yeni iki kaymaklı çay getireyim,” deyip musluğu tülbentle bağlı çay ocağından iki çay alıp masaya oturdu. Çayından bir yudum alıp başladı anlatmaya:
“Fahrettin mi? Gariban Fahrettin… Onun başına gelenler kimsenin başına gelmesin…
Fahrettin bir kıza sevdalanmış ve sevdiği kız ile evlenmişti. Üç dört aylık evliyken askerliği gelip çatmıştı. Hamile eşini annesine ve babasına emanet etmiş, vatan borcunu ödemek için yola çıkmıştı. Günler, haftalar geçmiş, eşine içli mektuplar yazmıştı. Doğacak çocuğuna, eşine, annesine ve babasına kavuşacak günü iple çekerken, babası ile kayınpederi arasında bilinmeyen bir sebeple kavga çıkmış, kavga esnasında Fahrettin’in kayınbiraderi öldürülmüştü. Onlar da Fahrettin’in babasını öldürmüşlerdi. Bu olaylara dayanamayan Fahrettin’in eşi, altı aylık çocuğunu düşürmüş, ardından da ailesi tarafından alıkonulmuş ve başka biriyle evlendirilmişti… Bir yakını Fahrettin’e mektup yazmış, babasının hasta olduğunu ve gelmesi gerektiğini söylemişti. Fahrettin izinli olarak evine gelmiş. Ona olup biteni anlatmaları üzerine, garibim olanlara dayanamayıp aklını yitirmiş. O gün bugündür kimseyle konuşmuyor, çok çay ve sigara içiyor, yürüyor ve çokça düşünüp duruyor. Allah kimseyi böyle durumlara düşürmesin…”
Yüreğim parçalanmıştı. Beraber çay içtiğimizde “Askerlik yarım kaldı” diye mırıldanmasının sebebini anlamıştım…
Fahrettin her geçen gün daha da durgunlaşmış, saçı sakalı birbirine girmişti. Elbiselerinde eski düzen ve temizlik de yoktu. Gözleri çukura kaçmış, çevreye boş boş bakıp çokça sigara içiyordu. Arada bir ellerini yana açıp sallıyor, sonra da gökyüzüne bakıp bakıp duruyordu. Fahrettin’in tek dostu, tek sığınağı içtiği sigaraydı. Onu her gördüğümde bir paket Maltepe sigarası alıyordum.
Fahrettin benimle de konuşmuyordu. Çünkü ben de onun deli olduğunu öğrenmiştim artık…