“İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine,
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına.
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın,
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına.”
(Ataol Behramoğlu)
Yaşamak… Her dokunduğun yere yaşam katmak ne kadar da güzeldir. Anda kaldığın tüm anlarda hayattâr kalabilmek.
Bakmak ve görmek, yemek ve tat almak, var olmak ve yaşamak birbirine bir mıknatıs işlevselliğiyle bağlıdır. Kimi zaman zıt kutuplara iterler birbirlerini, kimi zaman ise var güçleriyle çekerek bizleri, kendimizi bir harmoninin tam ortasında bulmamızı sağlarlar. Örneğin; bunaltıcı bir iş erken uyanmayı engellerken, o günün güzel yapılmış bir planı uykunun değil, hayatın sizi çektiği ile ilgili olabilir.
Bu zamanlarda normal olan, hayatımıza kuş bakışı bakabilme imkanı bulduğumuzu, bir nebze de olsa yaşamamıza ve dolayısıyla kendimize üçüncü bir göz olarak dışarıdan bakabilmenin de fırsatını yakaladığımızı düşünüyorum.
Dillerin tekririnde kalan sıkılgan cümleler, yeni bir mana esvabını üzerine giydiğinde biz de artık eski kişi olmuyoruz belki de. Bir arayıştan çok farkına varmak, farkındalığımızı arttırmak yaşamın da kıymetini arttırıyor. Zamanda durduğumuzda düşünmeye de başlıyoruz olduğumuz konumda.
İnsan olarak indiğimiz şu dünya durağında, hayat yaşam haline bizimle bürünüyor; dünyada her şey insana sunulmuş bir güzellik olarak yansıyor. Kendimizi verdiğimiz her işte, bir çiçeğin kokusunu içimize çektiğimizde, bir müziğin ritmine kendimizi bırakabildiğimizde, şarkı söylediğimizde, resim yapabildiğimizde yani hayatı işlevsel kıldığımız her anda var olmaktan yaşamaya geçiyoruz.
Her birimiz işlenmemiş bir maden gibi varlığımızı sürdürürken, kimimiz bir gümüş, kimimiz bir altın değerine sahibiz. Ancak bazen biz akışa teslim olmaktansa akışta kayboluyor, sonrasında ise hayatın boğucu kelamlarında boğazlanan biri olarak buluyoruz kendimizi. Hatta bazen ölmeyi tercih edecek kadar kendimizi sıkıyoruz. Oysa içinde bulunduğumuz virüsün de öğrettiklerinden sonra görüyoruz ki aslında yaşamayı çok seviyoruz.
Oscar Wilde bu durumu şu sözüyle açıklar:
“Yaşamak çok nadir rastlanan bir şeydir. Çoğu insan sadece var olur.”
Her an’a, hayata parçalarımızı bırakarak geçiyor; yaşamımızı bir hazine gibi saklıyorken insani davranışlarımızdan yemek, içmek, uyumak gibi hallerimize anılarımız, düşüncelerimiz ve hayallerimiz ile zengin bir değer katmış oluyoruz.
Tolstoy; “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.” diyerek yaşamanın hissedar olabilmek ile de ne kadar bağlı olduğunu vurguluyor.
Yahya Kemal ise Deniz Türküsü adlı şiirinin bir mısrasında: “İnsan, alemde hayal ettiği müddetçe yaşar” derken; yaşama bağlılığın, hayalinin yolundaki istikrarı ile sürdüğünü gösteriyor.
Diyebiliriz ki, insanın bu hayatta yaşama tutunması için bir güce ihtiyacı var. Bunu kimi zaman hayalinden, kimi zaman başarılarından alırken daima yol alabilmeyi sağlamasıyla yaşamda destek aldığımız kuvvetlerin bu hayatta ne derece önemli bir yeri olduğunu görüyoruz.
Ancak beklenti insanı yorar derler. İnsanlardan anlayış, her olaydan bir mana beklemek de bir yorgunluğa sürüklüyor bizleri. Biz hayattan bir şey beklemesek bile bu hayatta kendimizi hissetmeyi umarak yaşıyoruz. Herhangi bir başarıdan veya güzel bir havadan veyahut üniversiteyi kazanmak isteyen birinin kurguladığı hayattan beklenen, onlara yüklenen manalar ile ilgili oluyor.
Başımıza gelen tüm olayları ne kadar idrak ederek geçebiliriz bilmiyoruz. Kaderin belirsiz zemininde ilerleyen bir hayatta yaşıyoruz. Yalpalayarak ilerliyoruz, düşüyoruz belki. Ancak kaderin varlığı da kederin ince hüznünde parıldayan bir ışık oluyor önümüzde.
Kimi zaman bir Anka kuşu misali yakıyoruz kendimizi. Bununla birlikte her solukta küllerimizden doğmaya, daimi yaşamaya devam ediyoruz. Anları biriktirdiğimiz bu hayatta tükenerek azalırken üreterek değerlerimiz ile çoğalmaya devam ediyoruz…
Bu yazıdan gök kubbede kalacak seda şu olsun:
“İnsanı olgunlaştıran yaşı değil, yaşadıklarıdır.”