Artık havai fişeklerin beni heyecanlandırmadığını fark ettiğimde çok şaşırmıştım. Çünkü daha önceleri nerede ne zaman bir havai fişek sesi duysam heyecanlanır gösteriyi izlemek için koşardım. Artık bırak onları izlemek için koşmayı dünya yıkılsa umursamayacak bir boşvermişlik var üzerimde. Hiçbir şeye müdahale edemiyor olmanın verdiği farkındalıkla sadece yürüyorum. Ayaklarım beni nereye götürürse o yöne. Kader bana ne lütfetmişse o tarafa doğru.
İnsan hayatı boyunca hep bir mücadele içindedir. Hep daha iyiye, daha güzele ulaşmak için çabalar dururuz. Buna rağmen bazen hatta çoğu zaman ne kadar çabalarsak çabalayalım bir türlü istediğimiz şeye ulaşamayız. İşte bu bazenler çoğaldıkça hayata dair umudunu da yavaş yavaş kaybediyor insan. En sonunda da bir boşvermişlik, bir olan biten ne varsa eyvallah demeler ve bolca kadercilik başlıyor.
Çocukluk çağı bu yüzden en güzel çağdır belki de. Henüz hayatın gerçekleriyle yüzleşmediğimiz o masum zamanlar. Tek derdimizin arkadaşımızın oyunda mızıkçılık yapıyor olması ya da yolda gördüğümüz baloncunun rengarenk balonlarından birine sahip olamamış olmanın bizi üzdüğü zamanlar. Canımızı acıtan tek şeyin de düştüğümüzde kanayan dizlerimizin olduğu o masum günler. Bazen o yıllara dönmek istiyor insan. Hani o büyüyünce her şeyin çok güzel olacağına bir tırtılın yakında rengarenk kanatları olacağına olan inancı gibi inandığımız zamanlara. Hani bir gün yaşlı birine sormuşlar ya: “Bu yaşlarınız mı daha güzel otuzlu yaşlarınız mı?” diye. O da “Otuzlu yaşlarım çünkü o zamanlar her şeyin daha güzel olacağına dair bir umudum vardı içimde.” demiş. Umudumuzun taze olduğu yaşlar elbette ki daha güzeldi.
Çoğumuz yaşadığımız koşuşturmalı hayatın içinde geçmişte yaptığımız hatalardan, verdiğimiz yanlış kararlardan pişmanlık duyarak ya da yapmak isteyip de yapmaya cesaret edemediğimiz şeylerden hayıflanarak vakit harcarız. Bazen de gelecek günlerin endişesi bir cendere gibi sıkıştırır yüreğimizi.
Oysa ki gün bugündür. Ne zaman göçüp gideceğimizi asla bilemediğimiz bu hayatta aslında sadece içinde bulunduğumuz ana sahibiz. Geçmiş mazide kaldı gelecek ise meçhul. İşte bu bilinç seviyesine ulaşmamız ne yazık ki yaşımızın bir hayli ilerlediği zamanlara rastlıyor. Burada Tolstoy’un “Gençler bilebilse, ihtiyarlar yapabilse” sözü geliyor aklıma. Gerçekten de gençken hayat sonsuza dek sürecekmiş gibi geliyor. Günlük telaşlarımızın bir gün sona erip de rahata kavuşacağımız inancını hep saklı tutuyoruz o zamanlar içimizde. Halbuki bu hayatta rahata kavuşulacak, koşulsuz huzur duyulacak, mutlu olunacak uzun zaman dilimleri yok ne yazık ki. Sadece anlar var. Şu an mutluysak, huzurluysak kıymetini bilmek lazım.
İlerleyen yaşlarda insan birdenbire hayatının geri kalan kısmının yaşadığı kısmından çok daha az kalmış olma ihtimalini fark ediyor. İşte o zaman aklına hayatı boyunca yapmak isteyip de yapamadığı her şey geliyor. Belki bir enstrüman çalmak, belki bir kitap yazmak ya da daha önce görmediği yerlere seyahat etmek. Ne yazık ki çok az insan bunların hepsini gerçekleştirebiliyor.
İşte bu yüzden anı yaşamak, anlık mutlulukların kıymetini bilmek, bize bahşedilen her yeni günü bize verilen bir armağan kabul etmek çok elzem. Hayat akıp gidiyor ve biz onu tutamıyoruz. O halde kaçırmayalım güzellikleri.
Harika bir yazı . İnsan kendini buluyor çok akıcı. Tebrik ediyorum kalemine sağlık
Canım arkadaşım ne güzel anlatmışsın. Sağolasın…
Teşekkür ederim: )
Teşekkür ederim:)
Harika bir yazı hocam.