Başlığımdan da anlaşılacağı üzere bu yazımın konusu son yıllarda edebiyat çevrelerinin çokça rağbet gören edebiyat ve yazarlık atölyeleri. Bir tartışmanın fitilini ateşlemek üzereymişim gibi hissediyorum ama birinin kral çıplak deme zamanı geldi de geçiyor. Yaygın inancın aksine yazarlığın atölyelerde öğrenilemeyeceğini savunacağım. Neden mi? Dilim döndüğünce açıklayayım.
Bir konsepti eleştirmek için öncelikle o konseptin ne olduğunu bilmek ve/veya deneyimlemiş olmak gerekir. Ben de ismi lazım değil birkaç edebiyat ve yazarlık atölyesine devam etmiş biri olarak ilk elden bu atölyelerden yazar yetişmeyeceğine karar verdim. Kendi deneyimlerimden yola çıkıyorum. Makul ve mantıklı her yoruma açık olmakla birlikte bu konu hakkındaki karşıt görüşlerinize katılırım ama o zaman hepimiz hatalı oluruz. Bu şakaydı. 🙂
Evet nerede kalmıştık? Yazarlık atölyeleri genellikle adını duyurmuş, çok satan ya da popüler yazarların edebiyata gönül vermiş, yazar olmayı uman ya da en azından ilk kitabını bastırmayı isteyen, yazın çevrelerine girme hayaliyle yanıp tutuşan “yazar adaylarını” ağırladıkları bir kurs aslında. Bu kursta genellikle yazar kendi deneyimlerinden bahsederek girizgâh yapar ve yazarlığın püf noktalarından bahseder. Sonrasında yazım teknikleri hakkında bir ders gelir. Ardından denemeler, kısa öyküler yazım alıştırmaları yapılır. Her yiğidin yoğurt yiyişine bağlı olarak bu sıralama farklılık gösterebilir. Fakat özünde akış bu minvalde devam eder.
Atölyenin çıktıları nelerdir peki? Yazar olmak haricinde her şey olabilir. Üzgünüm gerçek bu. Yazarlık atölyesinde sizin gibi edebiyatseverlerle tanışabilirsiniz, hayranı olduğunuz yazarla birebir görüşme fırsatı elde edebilirsiniz ve ona kitap imzalatabilirsiniz, “Yaşasın nihayet ben de yazar olabileceğim” diye geleceğe umutla bakabilirsiniz ve hatta ilk kitabınızın çok satanlar rafındaki yerini aldığını hayal edebilirsiniz. Sonra “güm” diye bir ses gelir. Bu ses içi boş hayallerle doldurulmuş yazarlık sevdası balonunuzun atölye sonrası gerçek hayat iğnesi battığında size adeta “nanik” diyen patlama sesidir. Bazı balonlar yavaş yavaş söner. İyi bağlanmamış hava kaçıran balondan pıss diye saçılır boş vaatler ve suya düşen ümitler.
Düşünün bir kere. Tolstoy Savaş ve Barış’ı, Hemingway Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u, Jane Austen Gurur ve Önyargıyı, Jack London Martin Eden’i, John Steinbeck Fareler ve İnsanları, Haruki Murakami Sahilde Kafka’yı, Franz Kafka Dönüşüm’ü, Albert Camus Yabancı’yı atölyelerde yetişerek mi yazdı? Bu yazarların biyografilerini okuduğunuzda karşınıza bambaşka hikayeler çıkar. Yaşamın engebeli, taşlı, tozlu, dönemeçlerinden ayaklarını kanatarak yürümüş kişilerin deneyimleriyle tarihe kazınmış gözlemlerle bezenmiş şimdilerin revaçta söylemiyle “kan ter gözyaşı” ile oluşturulmuş eserleri verenlerin hiçbiri yazarlık atölyesine gitmedi.
Bir kısım yazarların başlangıç noktasının “Edebiyat Yarışmaları” olduğunu kabul ediyorum. Fakat edebiyat yarışmalarına hiç girmeyeyim. O başka bir tartışmanın konusu. Konumuza geri dönecek olursak yazarlar için bu yazarlık atölyelerinin Instagram’dan sonra en popüler geçim kaynağı olduğunu biliyorum ve kitaplardan yeterli geliri elde edemeyen ek gelire ihtiyaç duyan birtakım yazarların da ekmek parası peşinde olduklarını da kabul ediyorum. Edebiyat atölyelerine gelen insanların da motivasyonlarını gayet iyi anlıyorum. Fakat günün sonunda kazanan atölye müdavimleri değil. Atölyelerde zaman ve para kaybetmek yerine şair William Wordsworth’ün dediği gibi “Başlamak için başlayın”. Yazmak için yaşayın. Yazmak için yazın.