Yazmak…!
Yaşadığın, yaşayacağın hayatının; yaşanmışlığına tanıklık ettiğin ya da varlığından haberdar bile olmadığın hayatların harflerden örülmüş, cümlelerden kurulmuş büyülü dünyası.
Yazılacak şeyler böyle şeylerse yazmak da efsunlu bir dünyanın, masalsı bir rüyanın kapısını aralamak değil midir?
Ya da aralık bir kapıdan içeri girebilme cesaretini gösterebilmek, gerçeklerle yüzleşebilmek, eksik yanlarımızla uzlaşabilmek, kendimizle barışabilmek değil midir?
Her yanı korkularla kuşatılmış kalabalıklar arasında yazmak böyle bir şeyse, yazmaya cesaret edilebilmeli midir?
Korkuyoruz…
Kaybetmekten ya da bulamamaktan, özlemekten ya da unutulmaktan, söylemekten ya da anlaşılmamaktan, gitmekten ya da kalmaktan…
Haksızda değiliz.
Kendimize güvenmeyi öğretmediler bize.
Acılarında sevinçler kadar insanı olgunlaştırdığını öğrenmemize fırsat vermediler. Terlersin koşma, ağabeylerinle uğraşma, sana ördüğümüz duvardan uzaklaşma, aynaya yaklaşma, atma, tutma, yapma, yapma, yapma…
Birey olmanın sorumluluklarını omuzlarken haklarından haberdar bile olmadık.
Oysa fırsat verilseydi, hayallerimi yıkacaksın diye korkan insanların yarım kalmış hayallerini bile tamamlayacaktık.
Sevmeyi öğretmediler bize.
Çünkü sevmek fedakârlık isterdi. Oysa biz hiçbir şeyimizi kimseye vermemeliydik. Ancak paylaşırsak bizi insan yapacak değerleri inadına biriktirmeliydik. Bunu yaparken de inşa ettiğimiz duygular bankasının gün gelip duygular mezarlığına dönüşeceğini asla öğrenmemeliydik.
Çünkü sevmek emek isterdi. Oysa biz enerjimizi para kazanmaya, mevki makam sahibi olmaya harcamalıydık. Nasıl olsa insanlar bizi severdi.
Ayakta durmayı öğretmediler bize.
Nasıl olsa bir gün düşecektik. Nasıl olsa başkalarının önünde eğilecektik. O gün çok acı çekmemek için bugünden eğilmeyi öğrenmeliydik.
Hoş görmeyi öğretmediler bize. Affetmek, hataları mazur görmek, insanları olduğu gibi kabul etmek acizlikti. Hele özür dilemek! Asla, sözlüğümüzde bile olmamalıydı.
Vefalı olmayı öğretmediler bize. Verilen sözler suya yazılan yazılar gibiydi. Ömrü gelecek ilk dalgaya kadar olmalıydı. Gidenler unutulmalı, geleceğe bakılmalıydı. Dostlar ateş böceği gibiydi. Senin için doğmalı, sende yanıp bitmeliydi.
Bu sebepledir ki kendimize güvenmekten, sevmekten, sevilmekten, dimdik durmaktan, paylaşmaktan, yaralarımızı göstermekten, her zaman korktuk.
Artık diyorum…
Korkmasak diyorum…
Ben varım diyorsanız inanın bir gün BİZ varız diyeceksiniz. Biz varız dediğiniz gün de çevrenizdekiler BİZ neden yokuz diyecekler.
Ütopik bir maceradan bahsetmiyorum. Ya da bir rüyadan, masaldan bahsetmiyorum. İnsan olmanın gücünün buna yeteceğini söylüyorum.
Saf insan enerjisinden bahsediyorum.
Nereden mi biliyorum?
Dev bir şirket yöneticisinin o noktaya gelebilmek için gösterdiği güce bakarak değil, bir insanın uzaya tatile gidebilecek kadar para kazanmayı başarabilme becerisine bakarak değil.
Daha yürümeyi bile tam beceremeyen bir bebeğin bıkmadan on beş dakika uğraşarak beşiğinden dışarı çıkmayı başardığını gördüm ben.
Bayramlık kıyafetini giyecek olmanın heyecanıyla bütün bir geceyi uyumadan geçirebilen çocuklar gördüm.
İki kolu da olmadığı halde yüzebilen, resim yapabilen insanlar gördüm.
Hastanede ölümü beklerken saksıda çiçek yetiştirecek kadar yaşam dolu insanlar gördüm.
Saf, katıksız insan enerjisinden bahsediyorum.
Farkında olsak da olmasak da hepimizin içinde olan, kendimize ve herkese yetecek olan insan enerjisinden bahsediyorum.
Artık diyorum…
Kendimize güvensek diyorum…
Ben varım diyorsanız inanın şimdi, şu an ve her zaman SİZ VARSINIZ.
Bu yazıya başladığımda ne yazacağımı, neyi yazmaya cesaret edeceğimi bilmiyordum ama bundan sonra neyi yazacağımı biliyorum.
HER ŞEYİ…