Yazmak herkes için farklı bir anlam ifade edebilir. Kimi zaman uçmak gibidir. Tıpkı gökyüzünde süzülen bir göçmen kuş gibi oradan oraya konmak, daldan dala, şehirden şehre, ülkeden ülkeye göçmek… Yazarken de öyle olmaz mı? Yazarın zihni, sınırsız bir gökyüzünde sonsuzluğa uzanır. Konudan konuya süzülür, duygudan duyguya yol alır. Bazen de yazmak, yazanın sığınağıdır.
Benim için de yazmak her zaman sığınacak bir liman oldu. Çocukluk yıllarımın sonları, gençlik yıllarımın başlarına rastlar ilk yazma ataklarım. Böyle dedim çünkü yazmak “Hadi bir şeyler yazayım.” diye düşününce oluveren bir şey değil. İnsanın içinden bir çağlayan gibi çıkan duygular, düşünceler aniden bastıran bir yaz yağmuru gibi ansızın dökülür kâğıda. Yazan bile şaşar kalır bu işe. Şair ve yazarların, hatta tüm sanatçıların hüzünlü bir yanı olduğundan bahsedilir. Doğrudur. Ben de ne zaman üzülsem, hüzünlensem bu duygular beni hep yazmaya iter. Bunda olaylara tepki vermekte güçlük çeken, bağırıp çağıramayan, kavga edemeyen, her şeyi içime atan yanımın da etkisi var sanırım. İnsan bir şeyleri sözle söyleyemedikçe yazmaya yöneliyor. Hayatım boyunca günlük tutmam bundandır diye düşünüyorum. Günlükler sahibine kendisini açık açık ifade etme fırsatı sunar ve yazma yeteneğinin ortaya çıkmasına zemin yaratır. Bununla birlikte dönüp tekrar okunduğunda, belki de unutulan ve sahibini üzen olayları hatırlatıyor olması tek olumsuz yönü olabilir.
Günlükler benim her zaman en yakın dostum gibi olsalar da benim yazın yolculuğumu besleyen diğer kaynak da mektuplar oldu. Mektupla haberleşilen çağda çocukluğum ve gençliğim geçtiği için kendimi şanslı addediyorum. Çocukluk yıllarımda memleketteki akrabalarımızla mektup aracılığı ile haberleşirdik. Bırakın cep telefonlarını, ev telefonlarının bile çok az şanslı aileye nasip olduğu yıllardı çünkü. Bu nedenle de mektup, iletişimin en önemli aracıydı. Ben de on yaşımdan itibaren mektup yazmaya başladım. Benden uzak kalan sevdiklerimle hep mektuplaştım. Yüzlerce mektup yazdım ve aldım. Bir mektup almanın mutluluğu benim için paha biçilmezdir bu yüzden.
Lise yıllarımda edebiyat benim için bir tutkuydu. Çok sevdiğim bir edebiyat öğretmenim vardı. Benim kompozisyonlarımı çok beğenirdi ve bu da beni yazma konusunda teşvik eder, yüreklendirirdi. O yıllar, şiire de gönül verdiğim yıllardı. Hatta o zamandan kalma hâlâ sakladığım bir şiir defterim var. Arada açıp şiirlere göz gezdirip o günleri kâh gülümseyerek, kâh hüzünlenerek yâd ediyorum.
Üniversiteden sonra da günlük yazmaya devam etsem de iletişim çağında artık biriyle haberleşmek için mektuba gerek kalmaması ve evlenip çoluk çocuğa karışmış olmam yazma ihtiyacımı ve zamanımı sınırlandırdı. Ne zaman kızlarım büyüyüp kendilerine yetecek yaşa geldiler, işte o zaman aklıma yeniden yazmak düştü.
Her şey bir şiir dergisine gönderdiğim şiirimin kabul edilmesi ve yayımlanması ile başladı. O günden sonra yıllardır aralıksız okuduğum kitaplardan zihnimde biriktirdiklerim, yaşadıklarım, gördüklerim, hissettiklerim sanki beynimin derinliklerinde bir aşure oldu ve sonra da kase kase ikram edildi. O bir tek şiir sanki bir şişe mantarı gibi kapatıyormuş tüm biriktirdiklerimin ağzını. Şiirim yayımlandıktan sonra durmaksızın yazmaya başladım. İlk altı ay içinde yedi kolektif kitaba katıldım. Bir şiir kitabım, bir öykü ve denemelerden oluşan kitabım, bir de masal kitabım çıktı. Ayrıca onlarca öykü, deneme ve şiirim çeşitli platformlarda yayımlandı. Eserlerime olumlu eleştiriler aldıkça benim de motivasyonum arttı.
Fernando Pessoa’nın “Huzursuzluğun Kitabı” adlı eserinde dediği gibi “Yazmak, tiksinerek aldığım bir uyuşturucu, kendime yakıştıramasam da bir türlü bırakamayacağım rezilce bir alışkanlık.” oldu benim için de. Yazmak bir tutku. Kimi zaman uyuşturucu gibi hissettirse de, kendisini kimi zaman da bir ilaç gibi şifalandırıyor yazarı. Yazdıkça dökülüyor ruhu tırmalayan, kalbi yoran şeyler. Kustukça içindeki zehiri, kâğıtta çiçekler büyüyor, serpiliyor ve çiçek bahçeleri yeşeriyor zihninin derinliklerinde hem yazanın hem de okuyanın.