Çınardan bir yaprak düştü ve bir daha dala geri dönmedi.
“Benim senle ilgili derdimin dermanı da sensin.” demişti ve sonra çok sevilmişti. Daha çok sevilecek bir şeyler mutlaka yapıyordu. Daha çok sevilecek birçok şey yaptı. “Bir insan daha ne kadar sevilebilir ki” dedirtecek kadar sevilmişti. Sevilişini kendisi tüketinceye kadar sonsuzca sevildi. Aslında ilk tükenen şey aidiyet (duygusu değil, aidiyetin kendisi) olmuştu. Artık ne onu seven ona aitti ne de o sevilişince ona ait… Öyle olunca da sevgi de aşk da bitmek zorundaydı. Bir daha alevlenmeyecek kadar küllenmeliydi.
Anlatacaktım… Onun kim olduğunu, nasıl sevildiğini, neler yaşandığını… Ve size öyle şeyler anlatacaktım ki…! Kendisinin bile bilmediği kendi hikâyesi benim kalemime kısmet değilmiş. Neyse…
Ve/fakat sevgisinin/sevilişinin eksilmesine müsaade etmeyen biri vardı. Küllenmiş ama közü sönmemiş biri… Belki sadece bir hatıra, belki de dar sokaklarda yaşanan kutlu bir sevda, belki hayal belki gerçek… Müphemdi kendisi gibi ama bir gün ortaya çıkacağı günü sabırla bekleyen… Önce yüreğime, şimdiyse kalemime dokunuverdi o.
Köyümüzün merasında beni bekleyen upuzun hayatı adımlamıyordum artık. O mutlu adımlarımda yanımda olmasını hayal ettiğim; kasabanın yakın köylerinden birinde yaşayan güzel bakışlı, gönül yakışlı, liseli elbiseli, kolu çizikli, beyaz tenli, pembeleşen yanaklı saçı düz bir kız vardı ve sanki ela gözlüydü kendisi! Ama bir de yanak üstü benliydi.
Onunla ilgili unutulmamış ama eskimiş çocuksu ve gizli bir kırgınlık sonrası ama belki çok yıl sonrası yine hayal kursam, onunla yaşamak yolunda adımlar atsam yine üzer miydi ki beni! Yaşanılmayı hak eden, onu mutlu edecek şeyler biriktirmiştim yıllar içerisinde! Kendime bile tam itiraf edemeden, olur da birgün diye hani! (Birgün karşılaşır mıydık gerçekten, karşılaşmış mıydık yoksa!)
O, pek hatırşinas biri değildi. Vicdandan yoksun, vefadan uzaktı. (Belki birçok şey de değildi ama çok sevgiliydi.) Sevgili oluşu gereği öyle görünüyor da olabilirdi. Yıllar sonra yapıp edecekleriyle gerçek kendini çok özel gösterdi. Sonrasında bende var ettiği şaşkınlık, hayranlık, belki de aşk…
Kahve de içilirdi onun elinden ve/belki içildi de en şekersizinden, sarılınırdı kahveyi yaparken belinden. Yarı karanlık odalarda kahve kokusu sinmiş saçları kokusunu yayar ve okşardı en memnu hayalleri… Elleri dokunurken ellerime, bakışları uyandırırdı uyuyan devi… Gönül zorlayan, aşkı yoran, tahrike meyilli konular… Kalbe batan bir kıymık… Güzelliği hiç unutulmamış güzellik… Onunla çılgın bir hayat yaşanabilirdi ve böyle çıldırmazdım ben sanki. Kesin öyle de olurdu aslında!
Kahvehanedeki bir düşünce aralığımda gazeteleri kurcalıyordum. Öncesinde görmediğim bir magazin haberi dikkatimi çekti. Ancak dikkat kesildiğim şey haberin kendisi değil, fotoğrafıydı. Yıllar önce muhatap olduğum bakışlar gazete resminde yeniden hayat bulmuştu sanki. Fakat bakışın sahibi aynı olsa da zaman o zaman değildi. Bir gün onu gazete veya televizyonda göreceğimi biliyordum (ki sonrasında televizyon ekranında da karşıma çıkacak ama en sonunda bana sarıldığında yüzüme karışan saçlarını görecektim belki). O yüzden şaşırmadım. Üniversite sınavında aynı puanı alıp Biga Köprüsü’ndeki puan listesine isimlerimiz yan yana yazıldığından beri köprünün altından çok sular akmıştı ve bir daha isimlerimiz yan yana gelmemişti.
Yeşil elbiseli sahil perisi… Ela gözlü bir masal… Beyaz tenli bir melek… Tanımı zorlayan bir güzellik… Dudak kenarıyla gülümsüyor… Memnu hisler uyandırıyor. Öyle şeyler… Ama o çok güzeldi. Kavuşmaya gitmesi umulan yol, ayrılıkta bitti. Taa ki…
Yine bir keresinde, belki de ilk keresinde ama galiba ve sanki… Neyse, belki daha sonra…!
👏🏻👏🏻👏🏻
🙏🙏🙏