Yol çok uzundu. Gitmemek için bahaneleri, gitmek içinse mecburiyeti vardı. İkisini ayrı kefelere koydu. Gitme mecburiyeti ağır bastı. Tercihi tren oldu. Ağır ve sakin… Ayak direten bir çocuk gibi bilgiççe seçmişti vasıtasını. Geç kalması onun kabahati olmayacak, yetişememesinin özrü de kolay olacaktı.
Kompartıman kalabalık, tren oldukça sesliydi. Kulaklığını takması bile engelleyememişti sesleri duymasını. Yalnızlığı seviyordu, nedenini bilmeden. Gitmekte olduğu yerin kalabalık olmaması için ettiği duaların kabul olamayacağı belliydi ama yine de diledi. Utanç vericiydi bir insan için diledikleri. Ama insandı ve içinden geçenleri inkar edebilmesi mümkün değildi. Başkaları iyi ki duymuyorlar diye sevinse de, kendi cümlelerini ayıpladı dürüstçe. Bir bebek ağlıyordu yan sırada, bir yaşlı öksürüyordu ağzını kapatmadan. Ve bir kadın uluorta kahkaha atıyordu çevresindekileri umursamadan. Başını vagonun penceresinden dışarıya çevirdi. Ağaçlar, tarlalar, elektrik direkleri hızlıca akıp gidiyordu gözlerinin önünden. Kuşları takip etmeye çalışması ise imkansızdı. Kulaklığından çıkan sesler, melodi olmaktan çok öte, cızırtı gibi gelmeye başlamıştı kulaklarına. Bunaldı. Yanından kalkan yolcu, koridora geçmek isterken nasır olan parmağına basmasıyla içine bir acı oturdu. Küfürleri sıralasa da aklından, dilinden tek bir kelime bile dökülmedi.
Tren düdüğünü Bandırma’da çaldığında, ufak çantasını eline alıp hızlıca indi trenden. Bir daha binmemek üzere ettiği birçok yeminle… Hava rüzgarlı, sokaklar tenhaydı. İlkti buraya gelişi. Sevmemişti, sevilesi bile olsa da! Telefonunda yazan adresi açtı ve ilk gördüğü kişiye sordu, “Bu adrese nasıl gidebilirim?” diye. Küçük yerdi Bandırma. Bulması çok da zor olmadı, İzmir gibi yerden geldikten sonra. Yine de bir taksiye bindi. Söylediği adres on dakikalık mesafedeydi. Vardığında hiç ihtiyacı olmadığı halde son elli kuruşa kadar almak için bekledi taksinin içinde. Girmek istemiyordu çocukluğunda bir kere gördüğü o eve. Şoför kızgınlıkla son kuruşu da sayınca eline, inmek zorunda kaldı arabadan. Kapının önünde sayamayacağı kadar çok ayakkabı vardı. Zile basmadı, hafifçe vurdu kapıya. Duyulmayıp, geri dönmesi en büyük dileğiydi ama olmadı. Kapı hemen açıldı. Gözü yaşlı bir kadın karşılamıştı onu kapıda. Boynuna sarıldı, sanki bir ömürdür onu bekliyormuş gibi. O sadece hafifçe sırtına dokunmakla yetindi. Ayakkabılarını çıkardı ve koydu kenara. İçeriye girdiğinde herkes tek tek kalktı ayağa. Bazısı sırtını sıvazlıyor, bazısı yüzünü okşuyordu. Onu bir odaya aldılar. Birkaç erkek Yasin okuyordu. Yatakta, üzerine çarşaf serilmiş babası yatıyordu boylu boyunca. Üzerinde de bir bıçak… Dişlerini sıktı ağlamamak için. Ağlayamazdı. Bunca sene görmemiş olduğu babasına ağlamamalıydı.
Ağladı! Kimse teselli edemedi sözleriyle. Lanet etti onu geciktiren trene, para üstünü beklediği taksiye… Aslında tabi ki kendine! Kokladı babasının boynunu. Bir baba bu denli hasret kokmamalıydı.