Salonda kanepeye uzanmıştı. Zil çaldı. Gidip kapı deliğinden baktı. Karşısında kendisini görüyordu. Gözlerini ovuşturup tekrar baktı. Konuşmaya çalıştığını fark etti. Kulağını kapıya iyice yaklaştırdı. Sanki ses telleri hasarlı bir şekilde seslenerek:
“Lütfen bana yardım et!” diyordu
Bir hışımla kapıyı açtı. Yüzü, bir enkazın içinde hayatta kalmaya çalışan birinin yaralı halini ve çatlakları olan ama yıkılmayan bir binayı andırıyor, gözleri kararlı, dirayetli ve keskin bakışları ile ayakta kalmak adına mücadele veriyordu.
Gördüğünü unutmak adına sıkıca kapattı gözlerini. Kirpiklerinin okları bir iğne gibi batıyordu. Kendi göz yaşlarının yakıcı ıslaklığında kapıyı var gücüyle itti. Ancak bir kere rüzgâra tutulmuştu. Akşamdan kalma bir hâlin içinde sayfalarca yazdığı kâğıtlarının uçup gittiğini gördü. Bir şiirin dizelerinden bakarak hayata;
“Ne var, bana ne oldu / Odama nasıl doldu birdenbire bu meltem/Ve dalgalandı kağıtlar Odamda kıyamet var” (Necip Fazıl Kısakürek-Takvimdeki Deniz)
Sözlerini haykırıyordu. Nefesi kesik kesik. Üstünde bir ölüm anı acısı…
Kapının zili ve tokmağın hızlı vuruşları ile eşikte bekleyen kişi bağırmaya başladı;
– Kapıyı aç. Çünkü ben gitmeyeceğim!
Israrların yorucu baskısından kurtulmak adına diş bileyen bir mahluk gibi anahtarları aldı, defalarca kilidi döndürerek kapıyı kilitledi.
– Git lütfen. Hiç gelmemiş gibi. Konuşmayı unut bir suskunluk çukurunda. Harflerin, ısrarların benim değil. Git buradan.
– Hangi cam kırığı batıyor söyle bana. Ben, bir şekilde ulaşmalıyım sana.
– Boşuna eşikte bekleme. Açamam anlasana.
– Neden ama neden?
Külçe ağırlıktaki bedeni kum torbası gibi yere yığıldı. Kapıyı çalan çalmaktan, açmayan kaçmaktan yorulmuş gözdeki yaş, musluğu bozulan bir çeşmeden fışkırır gibi boşanmıştı.
– Hem misafire git denir mi hiç? Yürünen o kadar yolun hatırına vefanın anlamı yok mu hiç aklında?
– Bana vefasız mı demek istiyorsun! Beni ne kadar tanıyorsun da bu şekilde konuşuyorsun?
– Vefa saygıdır yaşama. Çalınan kapılar ardında saklanmak değil. Hayata kapı aralamak, hayatın hatıralarla değerini arttırmak, onu anlamaktır. Değil midir?
– Yargılamak ne kadar da kolay sana. Anlamak diyorsun da anlayış kaldı mı bu dünyada? Söylediklerimi kapının dışından ne kadar dinliyorsun acaba? Arayışta kalınca körleşebileceğin aklına gelmiyor mu hiç?
– Ben yolda olmaktan bahsediyorum. Niye yargılandığını düşünüyorsun? Kaçtığının, üstünü kapattığının farkında değil misin? Yol arayıştan ibaret değildir, farkında olmaktır hayatın, geçen zamanın, sana sunulan ikramların. Oysa sen dünyaya ait her şeyi ve herkesi kapının dışında görüyorsun.
Duraksadı. Sinirinin perde arkasından bir yorgunluğun içinden bakarak;
– Belki de doğru söylüyorsun. Ancak bu, fazla düşünmekten midir yoksa her adımda kırılan cesaretlerden mi sessizlik ile aşina olduğum yalnızlıktan mı bilmiyorum. İnsanların sözleri tanımlar mı gerçeği emin değilim. Hem gerçek zaten nedir ki?
– Seni anlıyorum. Sözler kâfi değildir elbet. Herkesin kendi var oluşunu tamamladığı bu yerde her insan kadar farklı tanımı vardır tabi. Ama ne sen beni ne de biz başımıza gelenleri yok sayamayız öyle değil mi? Öyle ki; “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”
– Sen niye böylesin? Kor haline kör kalıp da acılarınla güçlenmektesin? Nasıl oluyor da her şeye rağmen yine yaşamayı seçiyorsun yeniden?
– Ölüm var bu dünyada. Yüzleştiğim günlerden geçtim. Bakma, ısrarlı vuruşlarımla yüklediğin ağırlık ile tükendim. Sen susturdukça beni haklı bir mahkum gibi direndim. Güçlendikçe ise hayatla eğlendim ve şimdi seni uyarmaya geldim. Oysa sen her şeye sağır bir haldesin.
– Nerden biliyorsun bunu?
– Düşün ki sen bir su iken bir ebru teknesinin içinde, ben sana ebruli desenler verecek bir fırçayım. Oysa bulanmaktan, saydamlığından korkuyorsun. Ne bir gölsün ne bir deniz. İçinde ummanlar taşıyorsun da bir katre olsun damlamıyorsun hayata.
Bulunduğu yerde ışıklar söndü ve şimdi herkes onu izliyordu. Ne kapı vardı ne kapıyı çalan. Kağıttan yıkılan bir sahne dekoru içinde bir hayattı oynayan. Gösteri bitmişti. Herkes ayağa kalktı ama kimse alkışlamıyordu. Hayatına dokunan herkes oradaydı. ‘‘Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin.” (Jose Saramago-Bilinmeyen Adanın Öyküsü) yazılı bir pankart açtıklarını gördü. Kendi içinde boğulan birinin son nefesi içine çektiğini hissederek uyandı. Geçirdiği yalnızca bir uyku apnesiydi. Gözlerini açtığında evde tek olduğunu hatırladı. Saatin sesi kapının hiç çalmayan sesinin yerini almış yalnız yalnızlığın uğultulu dingin sesi ile baş başa kalmıştı.