Yüzük

72 Görüntüleme
6 Dak. Okuma

Sırrı, yazlık evlerinin yan çaprazına doğru, salkım söğüt ağaçlarının bulunduğu dar yolun arasından bir çırpıda süzüldü.

Bu ağaçlı yol, Sırrı tarafından özel olarak tasarlanmış, kamelyanın önüne doğru ayarlıydı. Ona göre, bu yolun sakinleri belli bir alan içinde, salkım söğüt ağaçlarının yukarıdan aşağıya doğru gelin gibi süzülmesine tanıklık ediyordu… Bu manzaranın Sırrı’ya anımsattığı tek şey, onların hükümdarı olduğu yönündeydi.

Eğilen ağaçlar ona, herkesi dize getirdiğini, mıh gibi yere çaktığını, bir anda kafası kızarsa hepsini hizaya çektirebileceğini düşündürüyordu… Ağaçlara kendince talimatlar verir, hiç kimseye fark ettirmeden ağaçlarla konuşur, fırsatını bulduğu anlarda, belki yirmi kez, delirmiş gibi bu yoldan geçerdi.

Hayata karşı gizli bir kavgası vardı.

Her zaman ona huzur veren kamelyanın önüne, son kez geldiğini bilmeden belki de geldi… Gözü toprağa çakılı gibiydi…

Kamelyanın ötesi, cennete açılan bir kapı gibi, sekiz dönüm üzerine her çeşit meyve ve sebzenin yetiştiği botanik bir tarla… Sırrı, duruş pozisyonunu tam olarak evin önünü görebileceği yere göre ayarladı.

Rahat tavırları dikkat çekiyordu, fakat hiç kimse ona o gözle bakmadığı için kendini ele vermiyordu. Ailesine göre o, mükemmel bir çocuktu. Oysa, Sırrı’nın gizli yanları, tırı vırı işleri çoktu.

Annesinin dün gece kaybolan yüzüğünü o bulacaktı (en iyi olmayı kimseye bırakamazdı). Eğildi, eline aldığı büyüteçle yerleri taramaya başladı. Alttan alttan gülümseyerek, “Size gününüzü gösteririm.” der gibi ara ara başını da sallıyordu.

Her nefes alışverişinde, annesinin kahkaha dolu haykırışını duyuyordu… “Oğlum benim.” Bu sesle iliklerine kadar tetikleniyor, coşkuyla içten içe eğlenerek ya toprağı eşeliyor ya da ileri geri adımlarla manevralar içinde debelenip duruyordu.

Sırrı’yı hayata karşı en çok güdüleyen şey, annesinin en değerli varlığı olmaktı.

Sırf bunun için takıntılı bir şekilde yaşıyor gibiydi.

O anın hayalini kurdu bir an. Gururla annesinin yanında dikiliyor, Samet ile Hüsamettin ona imrenmeyle bakıyordu. Sırrı ise elini iman tahtasından aşağı, göbek hizasına doğru çekerek “Oh olsun.” hareketi yapıyordu.

Kendisini bu hayale o kadar kaptırmıştı ki; “Yaşasın, zafer benim!” diye elini istemeden yumruk yaptı, bir hışımla havaya kaldırdı. Nara atar gibi oldu, etrafına gizlice göz gezdirdi, kimsenin onu görmediğinden emin oldu, istemsizce gözlerini yumdu, ağzına pat diye hafifçe vurdu:

“Kapa çeneni Sırrı, seni görecekler.” dedi.

Kamelyanın ışığını açtı, arama yaptığı yeri daha konforlu hale getirmek istedi. Kimse bu tarafa gelmiyordu. Özgürlük içinde, annesinin mutlu olacağı anların bir yandan da hayalini kuruyordu.

Ailenin en iyi çocuğu Sırrı, küçüklüğünden beri okuldan kaçar, bazı zamanlarda arkadaşlarının çantalarından şaka olsun diye yiyeceklerini, paralarını alır ve çöpe basket atardı… Onunla ilgili gerçekleri herkes bilirdi… Olayların açığa çıkmaya başladığı anlarda mağdur, ezik rolüne hemen bürünürdü… Yapacaklarının sınırı olmadığı için insanlar ona bulaşmak istemezdi…

Sırrı’nın insanlara yaşattıkları, yaşatılan kişiler tarafından anlatılmaya çalışıldığında nedense, yaşanmışlıklar anlamsızlaşıyor, anlatan kişi kendini yalancı gibi hissetmeye başlıyor, “Bütün bunları ben mi uydurdum?” algısına kapılarak kendinden şüpheye düşüyordu.

O nedenle herkes “Aman, ne halin varsa gör!” havasında takılıyordu. İspatı yoktu bütün bu yaşananların.

Neyse ki korku, Sırrı’nın adrenalini yükseltiyor, yaşama tutunma sebebi oluyordu. Yüzüğü arar gibi yapmaya devam…

Her şey numara, düzen, dubara. Daha ne sayalım.

Sırrı, bir saat kadar kamelyanın etrafında oyalandı.

Herkesin o tarafa doğru geldiğini görünce biraz panik oldu, canı ağzına geldi. Hiçbir şey olmamış gibi “Bulan var mı?” diye seslendi.

“Yok, bulamadık. Ya sen?”

“Ben de bulamadım.”

Sözleri yankılandı.

“Biraz da aşağı bahçeye bakarım.” diye, Sırrı içinden geçirdi…

Mükemmel bir evlat olarak Sırrı şu an sancı içindeydi. Bu hayatta bu kadar yalan dolan, hayali oyunlara ne gerek vardı? Vicdanı gürültü içindeydi, ama olsun, iyilik mağarada sessizce akan bir su gibiydi onun için… Bu oyun içinde oyun, onu zirveye taşıyacaktı.

Mükemmellik beklemek çıkarcılıktı.

Geleceğin bilge kişisi Sırrı… Kazık atmayı seven, iftiraya başvuran, bütün bunlara rağmen insanlarla kırk yıllık dost gibi yarenlik yapan biri… Tereyağından kıl çeker gibi insanları kandırmada usta…

Sırrı’nın olduğu “ben” ile olmak istediği “ben” arasında uyumsuzluk had safhadaydı.

Sırrı, sahtekarlık içinde, insanlara tezgahlar kurmayı görev edinmiş gibi, kuzu postuna bürünmüş kurt görüntüsüyle insanları birbirine kırdırır ve böylece olmak istediği “ben” ile olduğu “ben” arasındaki uçurumdan duyduğu rahatsızlıktan intikamını alırdı.

Ebeveynleri gururla; “Görgülü, pırıl pırıl bir çocuk… Nasıl böyle şanslı olduk?” gibi yorumlarda bulunurdu.

Bu övgü dolu anlarda aile üyelerinin gözleri, gözlerine birkaç saniye süzgün süzgün baka kalırdı…

Özellikle anne, ailesiyle ilgili sorunlara yönelik çözüm bulmaktan, onlarla yüzleşmekten her zaman korkardı…

Sırrı, cebinden annesinin anneannesinden kalan, manevi değeri yüksek, kaybolduğu varsayılan yüzüğü çıkardı ve onunla birkaç saniye konuştu.

“Sen beni bugün zirveye taşıyacaksın, aptal yüzük. Senin için annemi ağlatıyorum, değerimi bil.” dedi ve yüzükle cebinde biraz daha oynaştı, konuştu.

Bu esnada annesi, ağlamaklı bir ses tonuyla ağaçlı yola doğru yönelerek uzaktan seslendi:

“Bulursan sadece sen bulursun Sırrı. Anneni şu vakitlerde sevindir, sevaptır oğlum. Ana sevindirmek ne sevap, vallahi cennet ehli olursun.”

Sırrı, birkaç dakika sonra “Buldum!” diye bağırmaya başladı.

Yer gök inledi, sanki bulutlardan yağmur damlaları döküldü, meğerse Sırrı’nın gözünden, fazla bağırmaktan yaşlar dökülüvermişti…

Ve nihayet kendi kazdığı kuyuya kendi düştü…

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Danışman
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version