Yıllar, aylar, haftalar, günler derken; saatler, dakikalar hatta saniyeler… En değerli hazine ise an. Bunlar hayatın en değerlisi demek isteriz kendi kendimizle yaptığımız uzun muhabbetlerimizde. Bazen zamanımız çok olur, sağlığımız eksik. Bazen de sağlık yerinde fakat zaman sıkıntı. Bitti bitecek! Zaman ve sağlık arasındaki çetin savaşta galip gelen her zaman olur. Bazen günler geçmek bilmez zannederiz, ne var ki bu durum tam bir yanılgıdan ibarettir. Bazen ve keşkelerle geçip giden ömürler…
Dünyanın her gün aynı hızla döndüğünü, güneşin her sabah aynı parlaklıkla doğduğunu unutuveririz. Yelkovan ve akrep birbirini rutin bir şekilde takip ederken zaman hep aynı hızla akar gider. Zaman değişmez! Değişen insandır. Değişen zamanın içinde tecritle nasiplenenlerdir. Değişen kabuğunu kıramayıp kozasından çıkamayanlardır. Çürümeye değişim! Tırtıl iken kelebeğe dönüşmek için çırpınmak… Kimine göre uzun, kimine göre bir pazar yerinin bir ucundan girip diğer ucundan çıkıp gitmek kadar bir süre… Değişen zaman değil, ben, sen, o biz; velhasılı hepimiz…
Güneşin parlaklığına, heyecanına set çeken karabulutlar bazen gökyüzünü kaplar. Neden sevinçliyken zaman akıp giderken, üzüntülü anımızda saate takoz koymuşçasına ilerlemediğini sürekli sorgulayıp dururuz, değil mi? Zamanın tüm sorunlara ilaç olduğunu çokça duyarız fakat zamanın ilaç değil de olgunlaştırma aracı olduğunu her zaman göz ardı ederiz.
Ne kadar badire atlatırsak atlatalım, takvime baktığımız anda zamanın ne kadar da hızlı aktığını gözlerimizi kapatarak anımsamaya çalışırız. Yıllar kaybolmuş… Ah, mevsimler… Vah, aylar… Keşkeli günler… Sevinçli saatler… Düşünceli dakikalar… Maratoncu saniyelerin arkasından depar atan saliseler… Çağlar… Asırlar tozlu sayfalarda öksüz ve yetim kalmış…
Kaç kez zamanı durdurmak istedik? Kaç defa en sevinçli anımıza gitmek üzere zaman makinası icat etmek istedik? Hayat güneşin doğuşu ile ertesi gün tekrar doğana kadardı. Işığı gördün mü anın içinde, göremezsen sonsuzluğa yolcu… Birkaç saniye gölgelen ve adımla sonsuzluğa.