Koşar adım ilerliyoruz hayatın labirentlerinde, sanki bir varış noktası varmış gibi. Oysa unuttuğumuz bir şey var: Yolculuğun ta kendisi hayatın özü değil mi? Bir trende yolculuk ettiğimizi düşünelim; gözlerimiz hep ufukta, bir sonraki istasyona odaklanmış. Pencereden dışarı bakıp, geçen manzaraların farkına varmadan, sadece varmayı bekliyoruz. Ancak vardığımızda da başka bir hedef belirleyip yeniden yola koyuluyoruz. Mutluluk hep bir sonraki durakta, bir sonraki hedefte saklıymış gibi.
Anıların içinden geçiyoruz, onlara dokunmadan, hissetmeden. Sanki şu anın kıymeti yokmuşçasına. “Yarın daha iyi olacak,” diye avutuyoruz kendimizi, bugünü harcarken.
Oysa Mevlana’nın dediği gibi: “Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
Geçmişin gölgesinde, geleceğin hayalinde kaybolurken, şimdiyi ıskalıyoruz.
Hayat bir kum saati gibi avuçlarımızdan akıp giderken, biz hep kumun alt kısmına bakıyoruz. Oysa elimizde sadece üstteki kum taneleri var, yani şimdi. Geleceğe odaklanmak, elimizde olmayanın peşine düşmek değil midir? Denizin ortasında susuzluktan yanarken, uzaklardaki bir vahayı beklemek gibi.
Belki de durup etrafımıza bakmanın zamanı gelmiştir. Derin bir nefes alıp, anın tadını çıkarmak. Çünkü mutluluk bir varış noktası değil, bir yolculuktur. Anı yaşamak, hayata dokunmak demektir. Eğer sürekli başka bir yerde olmayı dilersen, bulunduğun yer hiçbir zaman seni mutlu etmeyecektir.
Sözün özü, “an” denilen hazineyi keşfetmek gerek. Çünkü geçmiş geçti, gelecek ise meçhul. Sadece şimdi var, sadece bu an. Ve belki de mutluluğun sırrı tam da burada saklı.