Güzel olan olmayan her şey gelip de geçer.
Uğruna can verdiğiniz, en değerli dediğimiz şeylerin karşısında gün gelir, kılınızı bile kıpırdatmadan öylece seyredersiniz. Hani geçmeyen en karanlık gecelerin, en acı hâllerimizin, nefesimizin artık yetmeyeceğini düşündüğümüz en çaresiz kaldığımız “can”ın yandığı zamanların, zamansız ağrıların, yanakları ıslatan sıcak gözyaşlarının içinde… Yanan kalbin, sırılsıklam olan o anın bile dört mevsim gibi ilkbaharında, yeni yaşanan duyguların ve acıların başlangıcı yavaş yavaş başlar.
Yazın ortasında yaşananların en ağır olduğu, çaresizliğin karşısında kül olana kadar geçen asırdır artık. Adını yaşadıklarımız belirler. Kimi sevdiklerini toprağa verir, kimi ölmeden ölmüş olur. Kimi sadece nefes alıp yaşayamadıklarıyladır…
Sonbaharın rüzgarı, ağır geçen yazın sıcaklıkları…
İlk günlerde olduğu gibi değil de artık kendi köşesine çekilmiş zorlu günlerin, alışılmışlığın, kabullenişin ve ağrıların dönemidir. “Zaman her şeyin ilacıdır.” denilen evredir o. Yağmurların, rüzgarların, ağaçların yemyeşil yapraklarını döküp sarartması gibidir.
Yaraların kabuk bağladığı, sonbaharın sonu, kışın başı, yaşadığımız kötü şeylerin son evresidir artık. Bazı şeyler geçmez tabii; ölüm ve ölüm gibi olanlar… Sadece alışılır. Bütün olanlara rağmen bir kabul etmişlik vardır, hak etmesek bile.
Keşkeler, belkiler, pişmanlıklar…
Sevgiler, özlemler, anılar, ahlar, vazgeçişler, iç çekişler, hak edilenler, hak edilmeyenler… Hepsinin geçtiği, acının işlenip kül olduktan sonra savrulup gitmesi, zamansız ağrıların son hikâyesi işte.
Kışın soğukluğu, ayazı acının soğuğuna benzer. Artık mevsimlerde olduğu gibi her şey iz bırakarak geçer. Ama yine de geçer…
Geçmeyen ne var ki diyen kardeşime katılıyorum ve yazısından ötürü tebrikler ediyorum, selamlarımla.