“Dünya döner durur durur,
Sen zannetme zaman durur,
Küllerim yeniden beni bulur,
Hem fanidir hem bakidir,
Ademoğluna sakidir,
Gökyüzünden hakikidir,
Onu bile kuşatır zaman.”
Bu dizeler bir şarkı sözüne ait. Biz anılarımızla, kalıcı, asla durmaması ile de hızla geçen zamanın içinde bilinmez bir hayatın kıvrımlarında yaşamaktayız. Oysa ”benim hayatım” diyoruz. Sahiplenerek, zamana aidiyetimizi serpiştirerek, ilerliyoruz yolumuzda.
Bilinmezliğin reddedilişinde kırılan nice şeyler, kesiklerinin acısını nerede yitirecekler?
Kelimeler bir yaşamdan sıyrıldığını, vazgeçtiğini hayatın neresinde fark edecekler?
Peki ya korku hiç masum değil midir yaşadığı ikileme set çekerken? Harfler hep bir soru ipinde mi sallanır hayatın her köşesinde?
İşte hayata uğramış bir insan. Her adımında farklı bir nisyan. Öyleyse nedir dinmeyen bu isyan…
Aslında nasip ve sessizlik her yandadır. Görünmez bir perdenin hemen arkasında. Kimi zaman bir imtihan adıyla konuk olur canlara. Kimi zaman bir ders niteliğiyle gelir hayata. Patlamalar, fitiliyle başta kendini yakarlar. Oysa o bile bir ispat çabasıdır. İncinmiş, bir kibrit ateşinin değdiği en sert ucu gibidir mobilyanın.
Ama işin en karmaşık noktası bunun herkes için geçerli olmasında yatar. Oysa ne biz biliriz bunu ne de zaman.
Ne kadar da çok yükleniriz ona durmadan. Anı dediklerimiz bile yalnızca beynin bir kurmacası iken bunun bilincinde miyiz zamana kızarken.
Yaşanan vakitlerin adı mı şimdi hüsran? Yoksa anlama vakıf olabildiği kadar zengin midir insan…
Sorunlar sorularla beynimi boğdular. Halbuki farkında değiller. Cevapların içinde gizlendiği gerçeklik ile yoğruluyorlar. Düşüyor, kalkıyor tebessüme sarılıp haykırış ile inliyor sevinciyle uçuyor, acizliği ile duruluyor. Kimi zaman kızgın bir boğa kadar asi kimi zaman camdan daha kırılgan bir halde oluyorlar. Zaman kuşatıyor bizleri her halimizi de alarak kollarının altına.
Uzun uzun yürüyoruz zamanda. Hayat yemyeşil bir orman. Sonunda masmavi denizi barındıran. Görüyor musun bak selvi ağaçları nasıl da uzun. Ağacını altında gölgelenme süreci kadar bir zaman diliminde ben yokum. O yemyeşil çimenliğe uzanıyorum. Gözlerim göklere değince bakışlarım da uzanıyor yıldızlara. Bir an Haşim’i anlıyorum. Sanki sözlerini yaşıyorum. Şir’i Kamer’in duygusuna yine yıldız gibi akan bir şiir ile davet ediliyorum :
“Muzlim şeceristan arasında,
Esrâr ile yekpâre münevver,
Bir yoldur açılmış sana derdim,
Ka’ri bu kitabın gecesinde,
Mehtâbı seninçün yere serdim.”
“Derdim karanlık ağaçlık arasında ışıktan nurlu sırlar ile büsbütün sana açılmış bir yoldur. Okuyucu bu kitabın gecesinde ayı senin için yere serdim.”
Şimdi tüm hikayeler, “Evvel zaman içinde kalbur saman içinde…” diye başlayan tüm masallar tabiata mı ait? Yoksa insanın içinde mi bunları yaşama dikte ederek işleyen şair ya da muharrir?
Herkes kendi içini adımlıyor. Her düşüncesinde, her olayında, her anında.
Anı olarak kabul edeceği o yaşanmışlığında. Öyle ki her yaşam her ihtişam insanın gözleri önüne seriliyor her sabah ve her akşam.
Sanırım bir öğretinin alfabesini heceliyoruz. Öğrenmek adına büyük harflerde takılı kaldığımızda mürekkep damlasından mütevellit oluşumuzu unutuyor muyuz?
Zamanı büke büke içinden geçerken aidiyetimizi emanet ediyoruz vakitlere. Hayata yaşam katılmış yerlere. Her şeyi bilmek, anlamak ve anlamlandırmak istercesine yorumluyoruz zihin süzgecimizde. Kontrol mekanizması bizdeymiş gibi yönetici vasfına bürünüyoruz ya da bürünmek istiyoruz.Oysa zaman yalnız beşe bölününce anlamına vakıf bir hale bürünüyor belki de. Büyük bir cesaret ile büyük bir korku arasında ince bir ip üstünde yürüdükçe yürüyoruz.
Sözümüzü gözümüze, ismimizi cismimize, ruhumuzu nefsimize, nefsimizi sessizliğe bıraka bıraka ilerliyoruz yolumuzda.
Oysa şimdilerde dillerden düşmeyen dualarda isteğimiz neydi bizim ey nefsim hatırla;
“Ya Rab ruhumuzu cesedimize, kalbimizi nefsimize, aklımızı midemize hakim eyle. Lezzeti şükür için isteyen kullarından eyle.” dediğin günler hatırına.
Durgunluğumuz ile kuş bakışı bakarken zamana. soyutlanıyoruz saatlerden, günlerden, anlama sıkışan hayat sahnelerinden. Şimdi zaman özgürce dolaşırken bahçelerde, çekiştirmiyorken insanlar onu yaka paça bir halde, biz bir zaman dersinden kalmamak için direniyoruz aynalar ile aynılaşan süreçlerde.
Kırgın bir zamanın anlatmak istediği masumlukla, acelecilikle, sıkışmışlığın boğuntusunun hep ona yüklendiğidir. Özgür serzenişlerin anlamını idrak edemediğimiz süreçte, zaman kuşatırken bizleri; bir yaşam ormanında, elini üstümüzden çekip, tüm günlerini saatlerini dakikalarını hatta saniyelerini, bir yorgan misali üstüne çekip, derin bir uykuya yattı ZAMAN. Şimdi insanlar onun sadece gecesi, kuytusu, karanlığı.
Sahi bir kırgınlığın ya da anlamadan geçen dakikaların ; zamanın yenen hakkının ödenmesi ne kadar uzun sürer? Bunun bile cevabı yine zamanın söyleyeceği iki çift lafta gizli.
Belki de biz insanlar sabrederek, hayattar kılınan bir zamanın gelip bize bir şeyler öğreteceği anın durağında beklemesini bilmeliyiz. Bilmez isek kendimizi büyük bir zamansızlıkta bulabiliriz.
Sağlıcakla…